‘Ben, seni unutmak için sevmedim…’ (Şiir: İlham Behlül Pektaş, 1973; Beste: Amir Ateş, 1974… Segâh şarkı)
Aradan 30 yıl geçmiş…
2004 yılının şubat ayı…
Antalya’da adli makamların ‘vaka-yı adiye’ (her gün yaşanabilecek türden basit ve sıradan olay) diye not düştüğü bir soygun kayıtlara geçti. Milliyet’in Akdeniz eki o soygunu şu cümlelerle haber yaptı:
‘Antalya’nın Özgürlük mahallesinde bir eve zorla giren iki soyguncu, ev sahibi İlham Behlül Pektaş’ı tehdit ederek bir miktar parasını ve birkaç ziynet eşyasını gasp etti. Gasp edilen eşyalar arasında Pektaş’ın nikah yüzüğü de vardı. Soygundan sonra kayıplara karışan fâiller….’
Vesaire…
Olay, vaka-yı adiye…
Değil aslında!
Çünkü vefatından 10 ay evvel demin okuduğunuz haberin mağduru olarak karşımıza çıkan kişi, kuşaktan kuşağa aktardığımız ölümsüz bir şarkının söz yazarıydı.
O şarkının babasıydı yani…
Ve gerçek bir duygu mühendisiydi; insanın en zarif tarafına tutunarak yaşayan biriydi başka deyişle.
Elinde avcunda olan her şey ve 48 yıl parmağından çıkarmadığı nikah yüzüğü gasp edilince İlham Behlül Pektaş, ömrünün son günlerini hayata küsmüş olarak ve sefalet içinde geçirdi.
Farkına varan olmadı…
‘Ben, seni unutmak için sevmedim
Gülmen ayrılık demekmiş, bilmedim…’
***
Birkaç haftadır edatlar üzerinde duruyorum.
Onların özgün trajedisini gözler önüne sermeye çalışıyorum.
Bu bir ironi elbette.
Etrafımda olup bitenden habersiz biri olduğum için değil; aksine, olup bitene başka türlü bir tepki oluşturmak için mânidâr edatlar ansiklopedisini yazma derdindeyim.
Düşünüyorum ki kalın kalın gramer kitaplarının ‘Anlamı yoktur, sade görevi vardır!’ hükmüyle hâkir gördüğü, küçümsediği edatlara bile büyük mânâlar yükleyebilirsek belki insanın, insanlığın, birbirimize insanlık etmenin değerini de daha iyi anlayabiliriz. Bunun için bir kapı aralayabiliriz…
Tabii ki bu ironiyi kasten, bile isteye yapıyorum ve ansiklopedinin önceki ciltlerini okumuş olanların hak vereceği üzere sürekli şunu yineliyorum:
‘İnsanların yarattığı ve yaşadığı trajedilerin yanında edatlarınki hiç kalır’.
Burada ben ‘edat’ diyeyim, siz onu da ‘insan’ anlayın…
***
Sonra şu da var ki ‘Dünyanın kahrı büyük, yaşamakta zorlanıyoruz!’ deyip olaylara ve durumlara sırt çevirecek değiliz; buna hakkımız yok!
Zira trajedi, insanların olduğu her yerde diz boyu. Ama en çok da yoksulluğun ve cehaletin, eğitimsizliğin, cehaletle birleşen zorbalığın kol gezdiği yerlerde…
Öyleyse güzel yarınlara dair umudumuzu yitirmeden, ulus bilincinden kopmadan, teröre karşı duruşumuzdan ve mücadeleden vaz geçmeden, örselendik diye enseyi karartmadan; ama uğradığımız haksızlıkları ve yaptığımız hataları toplumsal belleğe kaydederek, yaşadığımız şeyleri hiç unutmadan, buna karşın unutulmayacak güzellikler oluşturmayı ve onları bölüşmeyi ihmal etmeden, nefreti asla şefkatin önüne geçirmeden yaşamaya devam edeceğiz…
Niye?
Hayatın devamı için…
Hayat için elbette…