Bir düşünün…
Olayların derinine inmeden alelacele karar veren, bu yüzden ince detayları atlayan, dolayısıyla sizi ve çevredeki diğer insanları kıran; içinizdeki potansiyel, gizli zenginliğin ve ortaya çıkarılmayı bekleyen sayısız iyiliğin farkına varamayan, böyle olduğu için de ‘sizi kaybeden’ kaç insan var çevrenizde?
Muhtemelen çevrenizdeki insanların yarıdan fazlası.
Geçmiş zaman nesnesi olmuş kimselerin de yarıdan fazlası.
Çoğu yani…
Hemen hemen her birimiz bu ‘kaybedilmiş olma’ kırgınlığını yoğun biçimde yaşıyoruz -hatta bizi kaybettiğini düşündüğümüz o kalabalığı oluşturanlar bile aynı şeyden şikayetçidirler-; çoğu kimse bizi kaybediyor ya da başka bir deyişle bizimle dost olma, bize sahip olma şansını bir biçimde yitiriyor.
Güya değerimizi vugulayan ama gerçekte bizi içten içe tüketen korkunç bir varsayım bu.
‘Değerliyim ama değerimi kimseler bilmiyor!’ duygusu…
Emeklilerden sıkça işitiriz bunu.
Çalışanlar, kurumlarını ya da kurumdaşlarını, iş verenlerini eleştirirken -haklı veya haksız- mobbingi çağrıştıran betimlemelerle bu sorundan muzdarip olduklarını dile getirirler.
Mart ortasında üniversite sınavına giren liseli gençlerimizi öğüten şeylerden biri bu duyguydu. Onlara kim bilir ne kadar uzun bir aradan sonra mikrofon uzattık ve birikmiş, apse yapmış rahatsızlıklarıyla ilgili dramatik değerlendirmeyi işittik.
Keza Nisan ayı sonunda liseye geçiş sınavına girecek ortaokul son sınıf öğrencileri de sınav günü ‘Sıra sizde çocuklar’ deyip mikrofon uzattığımızda en çok potansiyel değerlerinin görmezden gelindiğinden, korkunç bir yarış içinde ufalandıklarından yakınacaklar. Günü geldiğinde bu yakınmayla karşımıza çıkacaklarından adım kadar eminim; çünkü şu sıralar tüm zamanımı onların içinde geçiriyorum.
Emekliler, çalışanlar, gençler ve çocuklar haklıdırlar.
‘Değerliyim ama değerimi kimseler bilmiyor!’ duygusu büyüyor, yayılıyor, çoğalıyor, geniş kitleleri etkisi altına alıyor ve insanların kendi kendine bakışını, öz-değerlendirmeleri saptırıyor, bozuyor…
Bir çeşit asit yağmuru bu.
Ekoloji uzmanlarının değil, elbette psikologların ve sosyologların, sosyal-psikologların ilgisini bekleyen tahrip edici bir durum, bir süreç.
Hepimizi ıslatıyor, perişan ediyor bu yağmur.
***
Şimdi…
Doğal olarak bu konunun ‘önyargılarla’ ne ilgisi olabileceğini düşünüyorsunuz?
Başlık, ne alaka?
Pekala…
Ben düşünüyorum ki -ya da gözlemliyorum ve inanıyorum ki- ‘değerinin bilinmediğini veya usul usul değersizleştiğini düşünmek’ insanın kendi kendine karşı geliştirdiği bir önyargı.
Kendi kendini tahrip etmesine neden olan bir algı.
Kusurlu bir çözümleme.
Yanlış bir bakış.
Bir bozukluk…
Niye?
Kendi kendimizi neden iflasa sürüklüyoruz; neden kendi kuyumuzu kazıyoruz?
Bir psikologa sormalı bunu.
Peki ne söyler bize psikolog?
Muhtemelen ‘acınası yanımızın daha dikkat çekici olacağını düşündüğümüz için değersizlik saplantısına yöneldiğimizi’ söyler.
Belki ‘kendimizi kötü duruma düşürerek sevdiklerimizden intikam almaya çalıştığımızı; gizliden gizliye, kendimizden bile sakladığımız bir biçimde onlarda vicdan azabı oluşturmaya niyetlendiğimizi’ der.
Ve belki bir çeşit sosyal intihardır bu…
Biri veya hepsi doğru olabilir ya da hepsi yanlıştır belki.
Ama gerçek şu ki bu çağın insanları, iyi birer ‘önyargı koleksiyoncusu’.
Başkalarından çok kendisine karşı…
Başkalarından çok kendimize karşı…
Ben, sen, o…
Biz, siz, hepimiz…
Hepimiz, hepimize karşı!