‘Ama’ demiş…
Ve aslında böyle diyerek kendi cümlesini orta yerinden neşterlemiş bir değerli okurum:
‘İnsanları olduklarından daha değerli gösteriyorsunuz ama iyiliği, güzel yaklaşımı hatta demokrasiyi bile hak etmeyen o kadar çok insan var ki etrafımızda’…
Doğruluk payı yok mu?
Var elbette!
Çevremizde sadece ‘kalabalık eden’, başka da bir işe yaramayan; okurumun ifadesiyle ‘iyiliği, güzel yaklaşımı hatta demokrasiyi bile hak etmeyen insanlar’ vardır.
Her gün sokakta, AVM koridorlarında ya da ofislerde belki onlarcası omzumuza çarpıp geçiyordur.
Bizi sarstığı, incittiği, örselediği halde özür dilemeden…
Aldırış etmeden, bön bön bakarak…
Ve zaten iyilikleri hiç görmeden, taktir etmeden…
Hınçla, hoyratça dokunuşlarla canımızı acıtarak…
Duygusuz…
Duyarsız…
Sevgisiz…
Geçip gidiyorlardır böyleleri…
Evet, tam da şu anda düşündüğünüz gibi, pek çoktur bunun örneği.
Fakat ya öyle olmayanlar…
Bir avuç olsalar da ‘iyilerin’ hatırına karşımızdaki kalabalığa azıcık saygıyla, hürmetle, biraz itinayla yaklaşmamız gerekmiyor mu?
Ya hiç tanımadığı kimselere iyilik yapma aşkıyla yanıp tutuşanlar? Yüreğinde başka canlılara, insan dışındaki şeylere de -mesela ağaçlara, kedilere, köpeklere, çiçeklere, böceklere- yer açmış kimseler?
Ya bırakın insanları, çimenleri incitmemek için basacağı yeri ölçüp biçenler; iyiler, iyi yürekliler, nazikler, kibarlar?
Ve bütün bunlara hayatta kalma şansı sunan serdengeçtiler?
En önemlisi de bunlar?
Başkaları için kendi mutluluğundan vazgeçenler…
Onların hatırına karşımızdaki kalabalığa biraz sevgiyle bakabilmek gerekmiyor mu?
Onlar, ‘iyiliği, güzelliği, demokrasiyi’, fazlasıyla hak etmezler mi?
Elbette onlar var diye bu hayat biraz daha değerli.
Onlar var diye biz güzel ihtimallere her zaman inanmaktayız.
‘Güzel günler göreceğiz çocuklar’ diye mırıldanışımız onların sayesinde…
İyi ki var onlar!
Öyleyse orta yerinde durup ‘ama’ diyerek iyi insandan söz eden güzel cümleleri neşterlememek, yaralamamak lazım.
***
Biliyorum.
Bu gerçeği, birkaç hafta önce en dramatik biçimde bir kere daha anladım ki hayatın en acı yüzü, bizim için çırpınan iyileri yitirdiğimiz anlardır...
Serdengeçtileri kaybettiğimiz zamanlar…
Bu, kendi ölümümüzden bile daha dramatik bir şeydir bizim için…
Suçsuz, günahsız, iyi insanları teröre ve büyük felaketlere kurban verdiğimiz zamanlar…
Ne yazık ki şimdi üst üste yaşıyoruz öyle anları.
Topluma karışmış, içimizde saklanmış meczuplar, caniler, içten pazarlıklılar, korkaklar, ne olduğu belirsiz insanlar -tıpkı bu yazının başında atıfta bulunduğum okurumun dediği gibi- o kadar çoklar ve her gün o kadar çok canımızı yakıyorlar ki…
Halet-i ruhiyemizi düzgün tutmak, yanılıp da bütün insanlara küsmemek, müvazeneyi yitirmemek için olağanüstü çaba göstermemiz gerekiyor.
Hakikaten…
‘İnsana küsmek’ artık işten değil!
Okurumun demek istediği de -sanırım- işte bu:
‘(…) güzel yaklaşımı hatta demokrasiyi bile hak etmeyen o kadar çok insan var ki etrafımızda’…
***
Azıcık soluklanmak icap edince neye yaslanacağız peki?
Sırtımızı nereye vereceğiz?
Nereye sığınacağız?
Kime?
Herkesin bir kuytusu, bir sığınağı vardır elbet.
Kimininki doğup büyüdüğü eski evdir, kimininki kendini bulduğu bir çıkmaz sokak…
Kimi, hayat sınavının en zor anında eski bir eşyaya sığınarak bulur doğru yanıtları, kimi de sınavı boş verip bir yaylanın ıssızlığına kaçar.
Ben nesneyle öznenin, eşyayla insanın arasında bir yerdeyim:
Bir gelincik ormanıdır benim memleketim.
Bayrak bayrak coşmuş, köpürmüş bir meydandır.
Yürekli insan sesleridir. İyiliği sesine dökülmüş gibidir…
Gür…
Gümrah…
Acılı…
Ama her şeye rağmen vatanperver…
Sadece bir şehirde değil, dört bucakta, seksen bir ilde, dokuz yüz elli yedi ilçede; en doğuda Aralık’ta, en batıda Gökçeada’da…
Van’da, Elazığ’da, Gaziantep’te; yedi iklim, dört bucakta sadece ellerde değil yüreklerde de dalgalanan al bayraktır benim memleketim.
Hüznün hürriyete katık olduğu yer.
Ben oralıyım işte.
Al bayrağın rüzgarla çarpıştığı her yerde doğdum.
Bin kere, on bin kere…
Onun altındaysam eğer, ölmekten niye korkayım?
Ve başka kime sığınayım ondan ve Allah’tan başka?..