Dünyalı olmaktan memnun musunuz?
Yanıtınızı maalesef duyamayacağım; ama ben, her şeye -hatta başlığa gizlediğim kinayeye- rağmen dünyalı olmayı seviyorum. Dünyaya; insanlara ve onların oluşturduğu mucizeler evrenine aşığım…
Evet, arada bir herkes gibi ben de enseyi karartırım; genel gidişatı kıyasıya eleştiririm. Mesela Birleşmiş Milletler’in, Kendini dünyanın üzerinde gören 5’linin, Avrupa Birliği’nin ve doğuda-batıda bütün zengin ülkelerin doğayla, insanla, ekonomiyle ve barışla ilgili performanslarını hiç beğenmediğimi söylerim. Hatta daha da ileri gidip çıkarcılık ve riyakârlık kokan o performanslardan ötürü zaman zaman kendi insanlığımdan bile tiksinirim; ama yine de, her şeye rağmen dünyalı olmaktan memnunum.
En güzel, en iyi, en çarpıcı olumlu örnekler de burada tezahür ediyor çünkü…
‘Dünyalı olmak’, benim lügatimde ‘dünya sorunlarıyla ilgilenmek, başkalarının acısına da coşkusuna da ortak olmak, hiç tanımadığım insanlar için üzülmek, onlar için kaygılanmak ve onlar için mutlaka ama mutlaka bir şeyler yapmak’ anlamına geliyor.
Olaylara seyirci kalmanın, üç maymunu oynamanın beni, üzerinde yaşadığım gezegenin yerlisi ve ‘değerlisi’ olmaktan çıkaracağını biliyorum.
Şanslıyım ki mesleğim de dünyalı olmamı ve her gün bu doğrultuda yeni adımlar atmamı kolaylaştırıyor.
***
Yerlisi olduğum bu gezegenin ‘gelenekleri’ üzerine politikadışı bir yazı okudum geçenlerde. Bir gezi yazısı. Hindistan’dan İsveç’e uzayan, oradan büyük bir bumerang gibi Nikaragua üzerinden Avustralya’ya seken, Ekvator’un iki buçuk katı kadar bir menzil üzerindeki onlarca ülkeye uğrayan ve o ülkelere sadece gelenekler açısından bakan bir yazı…
Niye ihtiyaç duyuyoruz geleneklere?
Bazı davranışları niye kitleselleştiriyoruz?..
Yazıda bu sorunun yanıtına yer verilmemiş fakat son cümleyi okuduktan sonra düşündüm ki hangi dine, hangi etnik kökene mensup olursa olsun insan, belli davranış kalıpları geliştirip bunları kuşaktan kuşağa aktarırken temelde iki şeyi sağlayabildiğine inanıyor:
Bir: Kültürünün devamını sağlayabildiğine
İki: Bir çeşit güvenlik çemberi oluşturduğuna
Ve yani; geleneklerimiz, yılların birikimini genç kuşaklara öğretmenin pratik bir yolu; ‘kendi kendimizi sürdürmenin’ sigortası…
Aynı zamanda ‘bizim gibi davranan’ insanlar içerisinde sürprizleri ve tehditleri ortadan kaldıran etkin, çoğulcu bir güvenlik sistemi…
Bu öznel çıkarsama bir yana, defterime kaydettiğim notlardan birkaçını sizinle paylaşmak isterim.
Bakın hangi ülkede, hangi ilginç gelenekleri oluşturmuş toplumlar:
Hindistan:
Eğer yolunuz bir biçimde Hindistan’a düşerse orada sakın sol elinizle yemek yemeyin. Bizde de yaygın olduğu üzere sol el, temizlik uzvu olarak kabul ediliyor. Bu arada Hintlilerin birçok yemeği kaşık kullanmadan, elle yemeyi tercih ettiklerini de vurgulamak gerekiyor. Bu da nimeti verene hürmet ifade eden bir Hindu geleneğiymiş…
Güney Kore:
Bu ülkede yemek çubuklarını kâsedeki yemeğin üzerine saplamak, size yemek sunan kişiye saygısızlık sayılıyormuş. Yemek boyunca sürekli elde tutmaksa bir teşekkür ifadesi…
İngiltere:
Yürüyen merdivenin, metro koridorunun veya herhangi bir yolun sol şeridinde hareketsiz beklemek, İngiltere’de insanlara yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biri sayılıyor ve anında tepki doğuruyor. Bir köşede dikilip avazınızın çıktığı kadar bağırsanız bile, trafiğin akışını kestiğiniz andaki kadar tepki görmezsiniz. Bu arada sol şerit, Britanya adasında trafiğin akış yönüdür. Bizdeki sağ şerit gibi…
Nikaragua:
Burada bir şeyi elle işaret etmek ayıp sayılıyor. Nikaragualılar bunun yerine yüzlerini öpücük mimiğiyle donatıp işaret etmek istedikleri yöne uzatıyorlar. ‘Şu tarafta!’ der gibi… Siz, eğer Nikaragua’daysanız ve bu mimiği takınmış birini yanlış anlar ve onu öpmeye kalkışırsanız muhtemelen tokatı yersiniz.
İran:
Dostluk bağlarını güçlendirmek için bizim yaşadığımız coğrafyada sıklıkla tercih edilen akşam yemekleri, İran miafirperverliğinin de bir göstergesi ve fakat eğer tabağınızda bir parça yemek bırakmadıysanız bu, İran’da ‘Doymadım, biraz daha yemek istiyorum’ anlamına gelecektir.
İsveç:
‘Ne eksik, ne fazla; tam gerektiği kadar’ anlamına gelen ‘lagom’ sözcüğü İsveç kültürünü belki de en iyi ifade eden sözcüktür. Bizim İkea mağazalarında görmeye alışık olduğumuz o mekanı ve malzemeyi en ekonomik kullanma kalıbına uyum sağlamazsanız İsveçliler sizi müsrif olmakla suçlayacak ve muhtemelen de ayıplayacaklardır.
İtalya:
‘İran’ın tam aksi’ diyeyim, siz anlayın. İtalya’daysanız ve eğer bir dostunuzun misafiriyseniz; siparişi ev sahibine bırakın ama tabağınızda sakın yemek bırakmayın. Sona bırakıp da yemediğiniz iki çatal makarnanın bedelini, dostluğunuzu bitirmekle ödemeniz muhtemeldir!
Bulgaristan:
Bu ülkede evet-hayır anlamında yapılan jest, neredeyse bütün dünyaya aykırıdır. Herkesin ‘Evet’ demek için kafasını aşağı-yukarı oynattığı dünyada Bulgarlar bunu, kafayı sağa-sola oynatarak ifade ediyorlar. ‘Hayır’ demek içinse yine tam aksine, aşağı-yukarı oynatıyorlar kafalarını. Aman dikkat!
Japonya:
Geleneklerine bağlılıklarıyla dünyaya nam salan Japonların belki de en fazla üzerinde durdukları duygu ‘saygı’dır. Bir Japon’a saygınızı ifade etmenin en iyi yolu ise onun karşısına dik, tam cephe oturmamak; hafif yan oturmak ve karşısında bacak bacak üstüne atmamak olacaktır. Eğer bir Japonun evine konuk olacaksanız, bizdeki gibi, ayakkabılarınızı kapı önünde çıkarmanız, çekik gözlü dostunuzu daha eşikteyken kalbinden vurmanız anlamına gelecektir.
Fransa:
Güneydoğu Fransa’da öpüşmeyi iki yanakla sınırlı tutmak samimiyetsizlik sayılıyor. Bir Katolik-ortaçağ geleneği olarak öpüşme mutlaka ‘üçlemeyle’ sonlandırılmalı. Ama eğer Paris’te ya da Manş kıyısında bir yerdeyseniz bu davranışınız -tersine- ayıplanabilir; köylü olmakla itham edilirsiniz.
Dahası var:
Brezilya’da davetlere bir saat kadar geç gitmeniz makbul bir davranış sayılıyor. Böylelikle ev sahibine ‘Hazırlanman için sana zaman tanıdım’ demiş oluyormuşsunuz…
Çin’de yemeğin ardından çok da gürültülü olmayan bir geğirme ‘Yemek harikaydı, elinize sağlık!’ anlamına geliyor ve bu, bir bardak ılık çayla ödüllendiriliyor…
Avustralya’da çok sık yemeğe davet edilirsiniz; ama bu ülkede yemeğe davet edilmek ‘Ne yiyeceksen onu da al ve gel!’ anlamına geliyor. Bize pek de uymayan tuhaf bir konukseverlik anlayışı değil mi?
Danimarkalılar için trafik kuralları, geleneklere de işlemiş birer tabudur. Uymayan tabiri caizse ‘mahvedilir’. En hafif cezanın -mesela bisikletinizi yanlış yere park etmenin- miktarı bizim paramızla yaklaşık 500 lira civarındadır. Kırmızı ışık ihlali yapan biri ise bunun 15 katı kadar ceza ödüyor bu ülkede. Ve belki de bu ‘tehdidin’ sonucudur; 2010-2015 arasında Danimarka’da trafik kazası nedeniyle sadece 35 kişi yaşamını yitirmiş. Yılda 7 kişi başka bir deyişle…
İspanyollar ‘La Siesta’ adını verdikleri ‘öğle uykusundan’ savaş zamanlarında bile asla taviz vermemişler. Bu, İber yarımadasından Akdeniz’e yayılmış keyifli bir gelenek. Devlet de mesai sistemini buna uyarlıyor. Ve bu geleneğin bir benzerinin Kıbrıs’ta da iklimsel zorunluluktan ötürü ‘resmen’ sürdürüldüğünü belki biliyorsunuzdur…
***
Bütün bu gelenekler -girişte azıcık değindiğim gibi- kendimizi güvende hissetmek ve hayatı daha çok sevmek için geliştirdiğimiz, sonra kitleselleştirdiğimiz davranışlardır belki.
Ya da keşiflerimizi, alışkanlıklarımızı -böylece ‘kendimizi’- gelecek kuşaklara aktarmanın; ölümsüzlüğe yönelmenin bir yolu…
Kim bilir?
Kesin olarak bildiğimiz şey şu:
Bir bizim değil, her milletin ilginç, çarpıcı, derin kökleri olan ve toplumu ayakta tuttuğuna inanılan gelenekleri var.
Yanıtınızı maalesef duyamayacağım; ama ben, her şeye -hatta başlığa gizlediğim kinayeye- rağmen dünyalı olmayı seviyorum. Dünyaya; insanlara ve onların oluşturduğu mucizeler evrenine aşığım…
Evet, arada bir herkes gibi ben de enseyi karartırım; genel gidişatı kıyasıya eleştiririm. Mesela Birleşmiş Milletler’in, Kendini dünyanın üzerinde gören 5’linin, Avrupa Birliği’nin ve doğuda-batıda bütün zengin ülkelerin doğayla, insanla, ekonomiyle ve barışla ilgili performanslarını hiç beğenmediğimi söylerim. Hatta daha da ileri gidip çıkarcılık ve riyakârlık kokan o performanslardan ötürü zaman zaman kendi insanlığımdan bile tiksinirim; ama yine de, her şeye rağmen dünyalı olmaktan memnunum.
En güzel, en iyi, en çarpıcı olumlu örnekler de burada tezahür ediyor çünkü…
‘Dünyalı olmak’, benim lügatimde ‘dünya sorunlarıyla ilgilenmek, başkalarının acısına da coşkusuna da ortak olmak, hiç tanımadığım insanlar için üzülmek, onlar için kaygılanmak ve onlar için mutlaka ama mutlaka bir şeyler yapmak’ anlamına geliyor.
Olaylara seyirci kalmanın, üç maymunu oynamanın beni, üzerinde yaşadığım gezegenin yerlisi ve ‘değerlisi’ olmaktan çıkaracağını biliyorum.
Şanslıyım ki mesleğim de dünyalı olmamı ve her gün bu doğrultuda yeni adımlar atmamı kolaylaştırıyor.
***
Yerlisi olduğum bu gezegenin ‘gelenekleri’ üzerine politikadışı bir yazı okudum geçenlerde. Bir gezi yazısı. Hindistan’dan İsveç’e uzayan, oradan büyük bir bumerang gibi Nikaragua üzerinden Avustralya’ya seken, Ekvator’un iki buçuk katı kadar bir menzil üzerindeki onlarca ülkeye uğrayan ve o ülkelere sadece gelenekler açısından bakan bir yazı…
Niye ihtiyaç duyuyoruz geleneklere?
Bazı davranışları niye kitleselleştiriyoruz?..
Yazıda bu sorunun yanıtına yer verilmemiş fakat son cümleyi okuduktan sonra düşündüm ki hangi dine, hangi etnik kökene mensup olursa olsun insan, belli davranış kalıpları geliştirip bunları kuşaktan kuşağa aktarırken temelde iki şeyi sağlayabildiğine inanıyor:
Bir: Kültürünün devamını sağlayabildiğine
İki: Bir çeşit güvenlik çemberi oluşturduğuna
Ve yani; geleneklerimiz, yılların birikimini genç kuşaklara öğretmenin pratik bir yolu; ‘kendi kendimizi sürdürmenin’ sigortası…
Aynı zamanda ‘bizim gibi davranan’ insanlar içerisinde sürprizleri ve tehditleri ortadan kaldıran etkin, çoğulcu bir güvenlik sistemi…
Bu öznel çıkarsama bir yana, defterime kaydettiğim notlardan birkaçını sizinle paylaşmak isterim.
Bakın hangi ülkede, hangi ilginç gelenekleri oluşturmuş toplumlar:
Hindistan:
Eğer yolunuz bir biçimde Hindistan’a düşerse orada sakın sol elinizle yemek yemeyin. Bizde de yaygın olduğu üzere sol el, temizlik uzvu olarak kabul ediliyor. Bu arada Hintlilerin birçok yemeği kaşık kullanmadan, elle yemeyi tercih ettiklerini de vurgulamak gerekiyor. Bu da nimeti verene hürmet ifade eden bir Hindu geleneğiymiş…
Güney Kore:
Bu ülkede yemek çubuklarını kâsedeki yemeğin üzerine saplamak, size yemek sunan kişiye saygısızlık sayılıyormuş. Yemek boyunca sürekli elde tutmaksa bir teşekkür ifadesi…
İngiltere:
Yürüyen merdivenin, metro koridorunun veya herhangi bir yolun sol şeridinde hareketsiz beklemek, İngiltere’de insanlara yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biri sayılıyor ve anında tepki doğuruyor. Bir köşede dikilip avazınızın çıktığı kadar bağırsanız bile, trafiğin akışını kestiğiniz andaki kadar tepki görmezsiniz. Bu arada sol şerit, Britanya adasında trafiğin akış yönüdür. Bizdeki sağ şerit gibi…
Nikaragua:
Burada bir şeyi elle işaret etmek ayıp sayılıyor. Nikaragualılar bunun yerine yüzlerini öpücük mimiğiyle donatıp işaret etmek istedikleri yöne uzatıyorlar. ‘Şu tarafta!’ der gibi… Siz, eğer Nikaragua’daysanız ve bu mimiği takınmış birini yanlış anlar ve onu öpmeye kalkışırsanız muhtemelen tokatı yersiniz.
İran:
Dostluk bağlarını güçlendirmek için bizim yaşadığımız coğrafyada sıklıkla tercih edilen akşam yemekleri, İran miafirperverliğinin de bir göstergesi ve fakat eğer tabağınızda bir parça yemek bırakmadıysanız bu, İran’da ‘Doymadım, biraz daha yemek istiyorum’ anlamına gelecektir.
İsveç:
‘Ne eksik, ne fazla; tam gerektiği kadar’ anlamına gelen ‘lagom’ sözcüğü İsveç kültürünü belki de en iyi ifade eden sözcüktür. Bizim İkea mağazalarında görmeye alışık olduğumuz o mekanı ve malzemeyi en ekonomik kullanma kalıbına uyum sağlamazsanız İsveçliler sizi müsrif olmakla suçlayacak ve muhtemelen de ayıplayacaklardır.
İtalya:
‘İran’ın tam aksi’ diyeyim, siz anlayın. İtalya’daysanız ve eğer bir dostunuzun misafiriyseniz; siparişi ev sahibine bırakın ama tabağınızda sakın yemek bırakmayın. Sona bırakıp da yemediğiniz iki çatal makarnanın bedelini, dostluğunuzu bitirmekle ödemeniz muhtemeldir!
Bulgaristan:
Bu ülkede evet-hayır anlamında yapılan jest, neredeyse bütün dünyaya aykırıdır. Herkesin ‘Evet’ demek için kafasını aşağı-yukarı oynattığı dünyada Bulgarlar bunu, kafayı sağa-sola oynatarak ifade ediyorlar. ‘Hayır’ demek içinse yine tam aksine, aşağı-yukarı oynatıyorlar kafalarını. Aman dikkat!
Japonya:
Geleneklerine bağlılıklarıyla dünyaya nam salan Japonların belki de en fazla üzerinde durdukları duygu ‘saygı’dır. Bir Japon’a saygınızı ifade etmenin en iyi yolu ise onun karşısına dik, tam cephe oturmamak; hafif yan oturmak ve karşısında bacak bacak üstüne atmamak olacaktır. Eğer bir Japonun evine konuk olacaksanız, bizdeki gibi, ayakkabılarınızı kapı önünde çıkarmanız, çekik gözlü dostunuzu daha eşikteyken kalbinden vurmanız anlamına gelecektir.
Fransa:
Güneydoğu Fransa’da öpüşmeyi iki yanakla sınırlı tutmak samimiyetsizlik sayılıyor. Bir Katolik-ortaçağ geleneği olarak öpüşme mutlaka ‘üçlemeyle’ sonlandırılmalı. Ama eğer Paris’te ya da Manş kıyısında bir yerdeyseniz bu davranışınız -tersine- ayıplanabilir; köylü olmakla itham edilirsiniz.
Dahası var:
Brezilya’da davetlere bir saat kadar geç gitmeniz makbul bir davranış sayılıyor. Böylelikle ev sahibine ‘Hazırlanman için sana zaman tanıdım’ demiş oluyormuşsunuz…
Çin’de yemeğin ardından çok da gürültülü olmayan bir geğirme ‘Yemek harikaydı, elinize sağlık!’ anlamına geliyor ve bu, bir bardak ılık çayla ödüllendiriliyor…
Avustralya’da çok sık yemeğe davet edilirsiniz; ama bu ülkede yemeğe davet edilmek ‘Ne yiyeceksen onu da al ve gel!’ anlamına geliyor. Bize pek de uymayan tuhaf bir konukseverlik anlayışı değil mi?
Danimarkalılar için trafik kuralları, geleneklere de işlemiş birer tabudur. Uymayan tabiri caizse ‘mahvedilir’. En hafif cezanın -mesela bisikletinizi yanlış yere park etmenin- miktarı bizim paramızla yaklaşık 500 lira civarındadır. Kırmızı ışık ihlali yapan biri ise bunun 15 katı kadar ceza ödüyor bu ülkede. Ve belki de bu ‘tehdidin’ sonucudur; 2010-2015 arasında Danimarka’da trafik kazası nedeniyle sadece 35 kişi yaşamını yitirmiş. Yılda 7 kişi başka bir deyişle…
İspanyollar ‘La Siesta’ adını verdikleri ‘öğle uykusundan’ savaş zamanlarında bile asla taviz vermemişler. Bu, İber yarımadasından Akdeniz’e yayılmış keyifli bir gelenek. Devlet de mesai sistemini buna uyarlıyor. Ve bu geleneğin bir benzerinin Kıbrıs’ta da iklimsel zorunluluktan ötürü ‘resmen’ sürdürüldüğünü belki biliyorsunuzdur…
***
Bütün bu gelenekler -girişte azıcık değindiğim gibi- kendimizi güvende hissetmek ve hayatı daha çok sevmek için geliştirdiğimiz, sonra kitleselleştirdiğimiz davranışlardır belki.
Ya da keşiflerimizi, alışkanlıklarımızı -böylece ‘kendimizi’- gelecek kuşaklara aktarmanın; ölümsüzlüğe yönelmenin bir yolu…
Kim bilir?
Kesin olarak bildiğimiz şey şu:
Bir bizim değil, her milletin ilginç, çarpıcı, derin kökleri olan ve toplumu ayakta tuttuğuna inanılan gelenekleri var.