Geçtiğimiz cumartesi gecesi katıldığım radyo röportajında sunucu ‘Yazı yazarken beni en fazla neyin zorlandığını’ sordu.
Daha önce öğrencilerime, meslektaşlarıma, değişik çevrelerdeki dostlarıma bu sorunun yanıtını çokça verdiğimi anımsıyorum; dolayısıyla hazırlıklıydım:
‘Seçmek, ayıklamak…’ dedim ve ekledim: ‘Derin sosyal boyutları bulunan olayları ya da sorunları önemli-önemsiz diye ayıklamak; birinin hayatını alt üst etmiş bir olayı ‘Benim için yeterince önemli değil!’ diye elemek ve sonra elde kalanlardan sadece birini o an, o yazı için en üste çıkarmak ve en nihayet elli santimetrekarelik bir köşede o seçilmiş ayrıntıya dair eksiksiz bir ileti oluşturmak…
İşte bu, benim yazarken en çok zorlandığım şey...’
Aslında bütün köşe yazarlarının yüzleştiği yetenek sınavı da budur.
Ve bu ‘ayıklama’ aşamasını geçince gerisi kendiliğinden gelir sanki…
Her gün onlarca, yüzlerce önemli olayın ya da durumun ortaya çıktığı bir dünyada, özellikle bizim coğrafyamızda ‘En önemlisi bu!’ diyerek bir olayı ya da durumu öne çıkarmak niye güç olsun ki?
Kıstas net(miş gibi) görünüyor: En önemli olay, en fazla insanı ilgilendiren, toplumsal yanı en derine inen olaydır. Onu seç!
Hakkında en fazla konuştuğumuz, en çok üzüldüğümüz ya da en çok sevindiğimiz olay veya durum…
Apaçık ortada değil midir o?
Alenidir, meydandadır, âşikârdır vesaire…
Biliyorum bu çok çelişik, açıklaması zor bir durum; ama ne yazık ki sözünü ettiğim kıstas aslında o kadar da net değil.
Ne yazık ki toplumu en çok etkileyen -veya ileriye dönük etkileme potansiyeli olan- olay, kamuoyu nezdinde çoğu zaman en önemli olay sayılmıyor!
Bu bir öngörü eksikliğinin sonucu da olabilir, analitik beceri zayıflığının da…
Ama öyle işte!
Aleni, meydanda, âşikâr vesair olay, magazin boyutu daha zengin gözüken olaydır.
Ama en önemli olay o değildir!
Bakınız: Kürk Mantolu Madonna polemiği…
***
Biz, yine ‘magazincilerin gör(e)mediğine’ dönelim:
Açlığı, yoksulluğu ve bu ikisinin kökenine çöreklenmiş o merhametsiz, insanlık dışı sömürü alışkanlığını düşünelim.
Bütün işgallerin anası…
Kurumsallaşmış, yasallaşmış, uluslararası toplumun onayını (?) almış sömürgeciliği, emperyalizmi ele alalım…
Ya da insanın insana kıymasını, yeryüzünü kana bulayan savaşları düşünelim….
Petrole bulanmış etnik, dinsel, mezhepsel çatışmaları…
Çekirdeğinde ‘sömürüyü’ gizleyen bu kanlı, karanlık ve devasa yumak, hiç kuşkusuz ki insanlığın en önemli sorunu...
Ve bu sorun her gün var; hepimizin seyircisi olduğu bir büyük sahnede her gün farklı dramlarla karşımıza çıkıyor.
Sürekli de büyüyor…
Bir gün Nijerya’da, ertesi gün Irak’ta ya da Suriye’de beliriyor…
Bu bağlamda oluşan ardışık olaylar dizisini ‘Bunlar artık sıradanlaştı’ diye gündemin dışına itebilir misiniz?
Olur mu hiç?
Bu kanlı yumağı çözmek için her gün yeni bir fikirle, denenmemiş bir karşı çıkışla, yeni bir haberle, çarpıcı bir yazıyla, dikkat çeken bir eylemle kamuoyu oluşturmak ve bu yolla direnmek gerekmez mi?
Ve fakat…
İçimizi kavuran şehit haberlerini de elbette atlamamak, mutlaka ama mutlaka yazmak lazım! Öyle bir iki satırla da değil… Çünkü hakkında uzun romanlar, destanlar yazılmasını hak eden yiğitler birer birer toprağa düşüyorlar; o canlar, terörü alt etmek için, bizim yaşayabilmemiz için yapıyorlar bunu… Bunca bedele rağmen terörü niye hâlâ alt edemediğimizi ve bundan sonra ne yapacağımızı açıklamak lazım.
Zorunluluğumuzu görmezden gelmek, kendi altımızı oymak olmaz mı?
Eğitim sistemindeki değişiklikleri yine hiç atlamadan yazmak, her maddesini her numunesini ayrı ayrı ve ödün vermez bir titizlikle irdelemek lazım! Bu, geleceğin muhasebesidir. Değil hakkında birkaç satır karalanmasını, uzun tahlil makaleleri yazılmasını gerektiren çok ciddi adımlar atılıyor eğitim alanında; bizim geleceğimiz, yaşam tarzımız ve aslında tüm dünya, olumlu veya olumsuz biçimde etkilenecektir bu adımlardan…
Ne, niye, nasıl değişiyor?
Değişikliklere kimler karar veriyor?
Bu aşamada devrime mi yoksa evrime mi gereksinim duyuyoruz?
Ortak akıl, tüm bu değişim süreçlerinin neresinde?
‘Vakit yok’ deyip bu son analizi es geçmek bir çeşit intihar olmaz mı?
(…)
(Devamı 8 Kasım Salı günü…)
Daha önce öğrencilerime, meslektaşlarıma, değişik çevrelerdeki dostlarıma bu sorunun yanıtını çokça verdiğimi anımsıyorum; dolayısıyla hazırlıklıydım:
‘Seçmek, ayıklamak…’ dedim ve ekledim: ‘Derin sosyal boyutları bulunan olayları ya da sorunları önemli-önemsiz diye ayıklamak; birinin hayatını alt üst etmiş bir olayı ‘Benim için yeterince önemli değil!’ diye elemek ve sonra elde kalanlardan sadece birini o an, o yazı için en üste çıkarmak ve en nihayet elli santimetrekarelik bir köşede o seçilmiş ayrıntıya dair eksiksiz bir ileti oluşturmak…
İşte bu, benim yazarken en çok zorlandığım şey...’
Aslında bütün köşe yazarlarının yüzleştiği yetenek sınavı da budur.
Ve bu ‘ayıklama’ aşamasını geçince gerisi kendiliğinden gelir sanki…
Her gün onlarca, yüzlerce önemli olayın ya da durumun ortaya çıktığı bir dünyada, özellikle bizim coğrafyamızda ‘En önemlisi bu!’ diyerek bir olayı ya da durumu öne çıkarmak niye güç olsun ki?
Kıstas net(miş gibi) görünüyor: En önemli olay, en fazla insanı ilgilendiren, toplumsal yanı en derine inen olaydır. Onu seç!
Hakkında en fazla konuştuğumuz, en çok üzüldüğümüz ya da en çok sevindiğimiz olay veya durum…
Apaçık ortada değil midir o?
Alenidir, meydandadır, âşikârdır vesaire…
Biliyorum bu çok çelişik, açıklaması zor bir durum; ama ne yazık ki sözünü ettiğim kıstas aslında o kadar da net değil.
Ne yazık ki toplumu en çok etkileyen -veya ileriye dönük etkileme potansiyeli olan- olay, kamuoyu nezdinde çoğu zaman en önemli olay sayılmıyor!
Bu bir öngörü eksikliğinin sonucu da olabilir, analitik beceri zayıflığının da…
Ama öyle işte!
Aleni, meydanda, âşikâr vesair olay, magazin boyutu daha zengin gözüken olaydır.
Ama en önemli olay o değildir!
Bakınız: Kürk Mantolu Madonna polemiği…
***
Biz, yine ‘magazincilerin gör(e)mediğine’ dönelim:
Açlığı, yoksulluğu ve bu ikisinin kökenine çöreklenmiş o merhametsiz, insanlık dışı sömürü alışkanlığını düşünelim.
Bütün işgallerin anası…
Kurumsallaşmış, yasallaşmış, uluslararası toplumun onayını (?) almış sömürgeciliği, emperyalizmi ele alalım…
Ya da insanın insana kıymasını, yeryüzünü kana bulayan savaşları düşünelim….
Petrole bulanmış etnik, dinsel, mezhepsel çatışmaları…
Çekirdeğinde ‘sömürüyü’ gizleyen bu kanlı, karanlık ve devasa yumak, hiç kuşkusuz ki insanlığın en önemli sorunu...
Ve bu sorun her gün var; hepimizin seyircisi olduğu bir büyük sahnede her gün farklı dramlarla karşımıza çıkıyor.
Sürekli de büyüyor…
Bir gün Nijerya’da, ertesi gün Irak’ta ya da Suriye’de beliriyor…
Bu bağlamda oluşan ardışık olaylar dizisini ‘Bunlar artık sıradanlaştı’ diye gündemin dışına itebilir misiniz?
Olur mu hiç?
Bu kanlı yumağı çözmek için her gün yeni bir fikirle, denenmemiş bir karşı çıkışla, yeni bir haberle, çarpıcı bir yazıyla, dikkat çeken bir eylemle kamuoyu oluşturmak ve bu yolla direnmek gerekmez mi?
Ve fakat…
İçimizi kavuran şehit haberlerini de elbette atlamamak, mutlaka ama mutlaka yazmak lazım! Öyle bir iki satırla da değil… Çünkü hakkında uzun romanlar, destanlar yazılmasını hak eden yiğitler birer birer toprağa düşüyorlar; o canlar, terörü alt etmek için, bizim yaşayabilmemiz için yapıyorlar bunu… Bunca bedele rağmen terörü niye hâlâ alt edemediğimizi ve bundan sonra ne yapacağımızı açıklamak lazım.
Zorunluluğumuzu görmezden gelmek, kendi altımızı oymak olmaz mı?
Eğitim sistemindeki değişiklikleri yine hiç atlamadan yazmak, her maddesini her numunesini ayrı ayrı ve ödün vermez bir titizlikle irdelemek lazım! Bu, geleceğin muhasebesidir. Değil hakkında birkaç satır karalanmasını, uzun tahlil makaleleri yazılmasını gerektiren çok ciddi adımlar atılıyor eğitim alanında; bizim geleceğimiz, yaşam tarzımız ve aslında tüm dünya, olumlu veya olumsuz biçimde etkilenecektir bu adımlardan…
Ne, niye, nasıl değişiyor?
Değişikliklere kimler karar veriyor?
Bu aşamada devrime mi yoksa evrime mi gereksinim duyuyoruz?
Ortak akıl, tüm bu değişim süreçlerinin neresinde?
‘Vakit yok’ deyip bu son analizi es geçmek bir çeşit intihar olmaz mı?
(…)
(Devamı 8 Kasım Salı günü…)