Fulghum’ın anaokulu öğretisinden çocukların ve büyüklerin bu haftaki büyük sınavlarına…
Önce yarına dair kısa bir ‘önsöz’:
Yarın, TEOG günü…
‘Başarılar çocuklar!’ deyip geçiştirmeyeceğim. Lafügüzaf olur. Biraz daha fazlasını söylemek isterim:
Türkiye’nin bütün ortaokullarında yarın son sınıf öğrencileri, Çarşamba ve Perşembe günü, ardışık altı oturumla 2016-2017 eğitim-öğretim yılı 1’inci Ortak Sınavına (eski adıyla TEOG sınavına) giriyor. Geçen yıl 1 milyon 174 bin 472 sekizinci sınıf öğrencisi katılmış bu sınava. Bu yıl katılımcı sayısı 1 milyon 200 bini aşıyor. Sayı, Devlet Planlama Teşkilatı’nı da sosyalpsikologları da en az öğretmenlerimiz kadar ürkütecek bir sayı.
Bir milyon küsür çocuktan bahsediyoruz çünkü…
Bunların hepsi hayata ancak çocuk gözüyle bakabilen, her şeyi oyun gibi algılayabilen bireyler…
Ve biz yetişkinler, çocuklarımızın öğrenim, rekabet ve bilim algılarını alt üst eden her toplu sınav döneminde yüksek sesle dışavurduğumuz o şikâyeti, o dileği, o düşü bugün de ülkenin bütün 8’inci sınıf öğrencileri için yineliyoruz:
Yeter; daha fazla kıymayalım çocuklarımıza!
Onları başka türlü ölçmek, daha gerçekçi değerlendirmek mümkün!
Bir gün Amerika’yı yeniden keşfedeceğiz; Avrupa’da kullanılan -ve KKTC’deki soydaşlarımızın da çok iyi bildikleri- IGCSE tarzı; öğrencilerin bütün öğrenim yaşamlarının ölçümünü esas alan; tek sınava dayanmayan; üst becerileri de ölçebilecek; elemeye değil, uygun kulvarlara yönlendirmeye dayalı bir ‘geçiş sistemi’ oluşturmayı biz de eninde sonunda başaracağız.
Burası muhakkak!
Ama diliyoruz ki daha fazla çocuğa kıymadan, yeni kuşakların beşini onunu daha öğütmeden, unufak etmeden varalım o noktaya…
Bu bağlamda; Milli Eğitim Bakanlığı’nın şimdilerde üzerine eğildiği liselere ve üniversitelere geçişte ‘bir tek sınavı değil, yıllara yayılmış bir dizi ölçme-değerlendirme uygulamasını dikkate alma’ yaklaşımını destekliyorum. Tabii ben, yine IGCSE sistemindeki gibi ‘sınav dışı, akademik olmayan, sosyo-kültürel referanslar’ (öğrencilik yaşamı boyunca gerçekleşmiş üst düzey katılımlar, kendini gerçekleştirmekle ilgili girişimler) kısmının mutlaka -ve Türkiyemize özgü risklere rağmen cesaretle- detaylandırılması, sağlam rubriklere bağlanması koşuluyla bu girişimi destekliyorum…
Yoksa sadece sınav sayısını artırmış oluruz ki o zaman sonuç, bugünkünden daha da kötü olur!
***
Başlıkta dedim ya; bu bir ‘Türkiye çeşitlemesi’…
Şimdi yarınki sınavdan bugünkü öğretiye dönüyorum.
Şu anda masaüstümde ‘Psikoljik Danışman’ dostum sevgili Tuğba Erdiç Tok’un harika iletisi var:
Not defterime iki hafta önce kaydetmişim. Üstüne de kırmızı kalemle ‘Çok Önemli!’ yazmışım; ‘Çok Önemli! Mutlaka buna değin!..’
İlkokuldan ortaokula, liseden üniversiteye, türlü okulların değişik kademelerinde geçirdiğim 24 meslek yılında, bu 24 yılın istisnasız her gününde gözlemlediğim, tanık olduğum, nihayet önemine bugün yürekten inandığım, geri plana zaten hiç itmediğim bir konudur bu:
Okul öncesi çağ çocuk eğitimi…
Veya okul öncesi eğitimin ihmale gelmez önemi…
İdealist dostumun 79 yaşındaki Amerikalı yazar Robert Lee Fulghum’dan alıntıladığı harika metin, yıllardır bu konuya dair düşündüklerimi, biriktirdiklerimi, önerdiklerimi o kadar güzel özetliyor ki…
Noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum:
“Ben, ne biliyorsam hepsini anaokulunda öğrendim’ diyor ve devamını şöyle getiriyor Fulghum:
“Nasıl yaşayacağım, neler yapacağım, nasıl biri olacağım konusunda bilmem gereken ne varsa, ben hepsini anaokulundayken öğrendim. Erdem denilen şey, dağın tepesindeki lisansüstü eğitimde değil, yuvada, oyun havuzundaki kum yığınının içindeydi…
İşte orada öğrendiğim şeyler:
Sende olanı paylaşmaktan mutlu ol...
Asla hak yeme...
Kimseye vurma...
Aldığını yerine koy...
Kendi dağıttığını topla...
Sana ait olmayan şeyi alma...
Birini incitirsen özür dile...
Yemekten önce ellerini yıka...
Tuvaletten çıkarken sifonu çek...
Dengeli bir hayat sür...
Her gün biraz öğren, biraz düşün, biraz resim yap, biraz şarkı söyleyip dans et, biraz oyna, biraz da çalış...
Dünyaya çıktığında trafiğe dikkat et; insanlarla el ele tutuş, fırsat buldukça onlarla bir arada ol !
Mucizenin farkına var!
Ufacık cam kaptaki o minik tohumu düşün; kökleri aşağıda ama gövdesi daima yukarıya uzanıyor. Kimse bunun nasıl ve neden olduğunu bilmiyor; ama hepimiz öyleyiz. Japon balıkları da, beyaz fareler de, hatta cam kaptaki minik tohum da...
Hepsi günü gelince ölüyor, biz de öyle yapacağız; bunun anlaşılmaz bir yanı yok…
İlk gördüğün resimli kitaplardan öğrendiğin ilk kelimeyi hatırla, kelimelerin en büyüğünü...
Bak!
Bu bile yetmeyebilir; daha dikkatli bak!
Bilmeniz gereken her şey, yukarıdaki satırların bir yerinde var. Altın kurallar da, temel sağlık koşulları da, ekoloji de, politika da, eşitlik de, sağduyulu yaşam da… Onlardan herhangi birini alın, genişletip süslü sözlerle bezeyin; aile hayatınıza, işinize, devletinize, dünyanıza uygulayın. Doğru, anlaşılır ve sağlam olduklarını göreceksiniz...
Hepimiz, yani bütün dünya öğleden sonraları saat üçte taze bisküvi yiyip süt içtikten sonra battaniyemizin altına kıvrılıp azıcık kestirseydik, dünyamız ne kadar yaşanası bir dünya olurdu, bir düşünsenize! Ya da hükümetlerin bir temel ilkesi olsaydı, aldıklarını hep yerine koysalardı ve kendi dağıttıkları yerleri kendileri toplasalardı…
Ayrıca kaç yaşına gelmiş olursanız olun, dünyaya çıktığınızda bir yoldaş, bir yâren bulup onunla el ele tutuşmak, bir arada yürümek de hâlâ tecrübe edilebilecek en iyi şeydir…”
***
Sanırım bana hak verirsiniz; Fulghum, ‘hayatta tecrübe edilebilecek en iyi’ şeylere değinmiş…
Ve bunların ‘çocukluk çağında’ biçimlendiğinin altını özenle çizmiş.
Güzel teori…
Öte yandan biz, yaklaşık bir haftadır kız çocuklarımızın başına gelebilecek en feci şeylerden birinin, ‘çocuk yaşta evlilik veya cinsel saldırı’ olayının hukuki, sosyal ve psikolojik otopsisiyle uğraşıyoruz. Fulghum’ın güzel teorisine karşılık bizim yaptığımız şey, belki de en hazîn pratik.
Kalabalık bir kesim ‘dünyanın ne düşündüğünü’ önemsemiyor olabilir; ama ben -ve eminim benim gibi epeyce insan- çizdiğimiz görüntünün tarih ve uygarlık aynasına nasıl düştüğünü önemsiyoruz.
Gerçek görüntümüz de aynadaki yansımamız da birbirini tutmalı; ‘olduğumuz gibi görünmeliyiz’ ve çocuk evliliklerine ya da çocuklara yönelik her çeşit cinsel girişime şiddetle karşı çıkmalıyız!
Yasaları, yasalara uymamış insanların menfaati doğrultusunda düzenlemek yanlış!
Bu, en az çocuk bedenine göz dikmiş cahillerin düştüğü yanlış kadar yanlış.
Ve bizde ‘İki yanlış bir doğru etmez!’ diye de bir söz vardır…
Tabii olaya bir de soyut şeyler; şeref ve haysiyet açısından bakmak mümkün.
Tabii herkesin bu açıdan bakabileceğini ummak safdillik olur:
Reyhane Cebbari Melayeri adını hiç duymuş muydunuz?
Eski istihbaratçı ve İran Devrim Muhafızı Murtaza Serbendi’yi kendisine tecavüz ettiği için gözünü kırpmadan öldüren kadındır Reyhane… Cinayet davasına bakan rejim kuklası kadı ile Reyhane arasında geçen bütün yargı görüşmesinin şu dört cümleden ibaret olduğu söylenir:
-Murtaza’yı neden öldürdün?
-Şerefimi korumak için…
-Bu geçerli bir neden değil !
-Şerefin yoksa anlayamazsın!
Galiba, bizdeki tartışmayı doğru yöne sürükleyebilmek için bu yasa teklifine sadece hukukun soğuk penceresinden değil, aynı zamanda şeref, haysiyet, onur, vicdan, empati gibi kavramları da hukuk çerçevesinin kıyısına iliştirerek bakabilmeliyiz.
***
Çeşitlememizin son ayrıntısı 24 Kasım’a dair:
Önce bütün öğretmenlerden özür diliyorum. Ben de tıpkı Atatürk sonrasında ülkeyi yönetenler gibi sözü öğretmenlerimize getirinceye kadar dağdan taştan aşırdım. Bugünün iki gün sonrasına dair bir ‘sonsöz’ ile bitiriyorum:
İki gün sonra 24 Kasım…
Türkiye için bir kez daha ‘öğretmenleri düşünme vakti’…
Onların özverilerini anımsamak için…
Değerlerini bir kez daha anlamak için…
Yıllardır çözemediğimiz sorunlarını, ekonomik gereksinimlerini tekrar düşünmek; özlük hakları bağlamında ya da sosyal statü konusunda yaşadıkları tıkanıklıkları irdelemek, durumu anlamak için…
Milli Eğitim’den beklentilerini doğru algılamak için…
Tüm bunları ayrı ayrı; ama aynı çerçevenin içinde işitme, düşünme, anlamaya çalışma zamanıdır 24 Kasım.
Yoksa biliyoruz, öğretmenlerin dünyasını bir günde değiştirmek gibi bir imkân kimsenin elinde yok. Öte yandan ‘Keşke bu sorunları Cumhuriyet’in 93’üncü yılında hâlâ konuşuyor olmasak, çözmüş olsak…’ diyeceğim ama…
İyisi mi söylemeyeyim. Bugün ikinci kez lafügüzaf sarfetmiş olurum. Onun yerine bugün, ülke ve insan sevgisiyle yanıp tutuşan bütün öğretmenleri, sevgiyle, saygıyla, hürmetle anımsıyorum.
Emin olun, iki gün sonra ben de onlar gibi, onlardan birinin oğlu ve zaten onlardan biri olarak ‘Dünyaya bir kere daha gelseydim yine öğretmen olmayı seçerdim’ diyeceğim.
İçimden gelerek, inanarak söyleyeceğim bunu.
Öğretmen oldum ve ondan sonra hayatımdaki her şey yoluna girdi; çok kazandım, çok itibar gördüm diye değil… En kötü zamanlarda bile günümü yenileyen çocuklardan etkilenip, her şeye rağmen iyimserliğe dönebildiğim için…
İnsan yenilenmeyi, hayata her gün yeniden başlamayı, paradigmanın dışına çıkarak her kırk dakikada bir büyük dünya sorununu çözmeyi başka hangi meslekte bu kadar kolay başarabilir ki?
Önce yarına dair kısa bir ‘önsöz’:
Yarın, TEOG günü…
‘Başarılar çocuklar!’ deyip geçiştirmeyeceğim. Lafügüzaf olur. Biraz daha fazlasını söylemek isterim:
Türkiye’nin bütün ortaokullarında yarın son sınıf öğrencileri, Çarşamba ve Perşembe günü, ardışık altı oturumla 2016-2017 eğitim-öğretim yılı 1’inci Ortak Sınavına (eski adıyla TEOG sınavına) giriyor. Geçen yıl 1 milyon 174 bin 472 sekizinci sınıf öğrencisi katılmış bu sınava. Bu yıl katılımcı sayısı 1 milyon 200 bini aşıyor. Sayı, Devlet Planlama Teşkilatı’nı da sosyalpsikologları da en az öğretmenlerimiz kadar ürkütecek bir sayı.
Bir milyon küsür çocuktan bahsediyoruz çünkü…
Bunların hepsi hayata ancak çocuk gözüyle bakabilen, her şeyi oyun gibi algılayabilen bireyler…
Ve biz yetişkinler, çocuklarımızın öğrenim, rekabet ve bilim algılarını alt üst eden her toplu sınav döneminde yüksek sesle dışavurduğumuz o şikâyeti, o dileği, o düşü bugün de ülkenin bütün 8’inci sınıf öğrencileri için yineliyoruz:
Yeter; daha fazla kıymayalım çocuklarımıza!
Onları başka türlü ölçmek, daha gerçekçi değerlendirmek mümkün!
Bir gün Amerika’yı yeniden keşfedeceğiz; Avrupa’da kullanılan -ve KKTC’deki soydaşlarımızın da çok iyi bildikleri- IGCSE tarzı; öğrencilerin bütün öğrenim yaşamlarının ölçümünü esas alan; tek sınava dayanmayan; üst becerileri de ölçebilecek; elemeye değil, uygun kulvarlara yönlendirmeye dayalı bir ‘geçiş sistemi’ oluşturmayı biz de eninde sonunda başaracağız.
Burası muhakkak!
Ama diliyoruz ki daha fazla çocuğa kıymadan, yeni kuşakların beşini onunu daha öğütmeden, unufak etmeden varalım o noktaya…
Bu bağlamda; Milli Eğitim Bakanlığı’nın şimdilerde üzerine eğildiği liselere ve üniversitelere geçişte ‘bir tek sınavı değil, yıllara yayılmış bir dizi ölçme-değerlendirme uygulamasını dikkate alma’ yaklaşımını destekliyorum. Tabii ben, yine IGCSE sistemindeki gibi ‘sınav dışı, akademik olmayan, sosyo-kültürel referanslar’ (öğrencilik yaşamı boyunca gerçekleşmiş üst düzey katılımlar, kendini gerçekleştirmekle ilgili girişimler) kısmının mutlaka -ve Türkiyemize özgü risklere rağmen cesaretle- detaylandırılması, sağlam rubriklere bağlanması koşuluyla bu girişimi destekliyorum…
Yoksa sadece sınav sayısını artırmış oluruz ki o zaman sonuç, bugünkünden daha da kötü olur!
***
Başlıkta dedim ya; bu bir ‘Türkiye çeşitlemesi’…
Şimdi yarınki sınavdan bugünkü öğretiye dönüyorum.
Şu anda masaüstümde ‘Psikoljik Danışman’ dostum sevgili Tuğba Erdiç Tok’un harika iletisi var:
Not defterime iki hafta önce kaydetmişim. Üstüne de kırmızı kalemle ‘Çok Önemli!’ yazmışım; ‘Çok Önemli! Mutlaka buna değin!..’
İlkokuldan ortaokula, liseden üniversiteye, türlü okulların değişik kademelerinde geçirdiğim 24 meslek yılında, bu 24 yılın istisnasız her gününde gözlemlediğim, tanık olduğum, nihayet önemine bugün yürekten inandığım, geri plana zaten hiç itmediğim bir konudur bu:
Okul öncesi çağ çocuk eğitimi…
Veya okul öncesi eğitimin ihmale gelmez önemi…
İdealist dostumun 79 yaşındaki Amerikalı yazar Robert Lee Fulghum’dan alıntıladığı harika metin, yıllardır bu konuya dair düşündüklerimi, biriktirdiklerimi, önerdiklerimi o kadar güzel özetliyor ki…
Noktasına virgülüne dokunmadan paylaşıyorum:
“Ben, ne biliyorsam hepsini anaokulunda öğrendim’ diyor ve devamını şöyle getiriyor Fulghum:
“Nasıl yaşayacağım, neler yapacağım, nasıl biri olacağım konusunda bilmem gereken ne varsa, ben hepsini anaokulundayken öğrendim. Erdem denilen şey, dağın tepesindeki lisansüstü eğitimde değil, yuvada, oyun havuzundaki kum yığınının içindeydi…
İşte orada öğrendiğim şeyler:
Sende olanı paylaşmaktan mutlu ol...
Asla hak yeme...
Kimseye vurma...
Aldığını yerine koy...
Kendi dağıttığını topla...
Sana ait olmayan şeyi alma...
Birini incitirsen özür dile...
Yemekten önce ellerini yıka...
Tuvaletten çıkarken sifonu çek...
Dengeli bir hayat sür...
Her gün biraz öğren, biraz düşün, biraz resim yap, biraz şarkı söyleyip dans et, biraz oyna, biraz da çalış...
Dünyaya çıktığında trafiğe dikkat et; insanlarla el ele tutuş, fırsat buldukça onlarla bir arada ol !
Mucizenin farkına var!
Ufacık cam kaptaki o minik tohumu düşün; kökleri aşağıda ama gövdesi daima yukarıya uzanıyor. Kimse bunun nasıl ve neden olduğunu bilmiyor; ama hepimiz öyleyiz. Japon balıkları da, beyaz fareler de, hatta cam kaptaki minik tohum da...
Hepsi günü gelince ölüyor, biz de öyle yapacağız; bunun anlaşılmaz bir yanı yok…
İlk gördüğün resimli kitaplardan öğrendiğin ilk kelimeyi hatırla, kelimelerin en büyüğünü...
Bak!
Bu bile yetmeyebilir; daha dikkatli bak!
Bilmeniz gereken her şey, yukarıdaki satırların bir yerinde var. Altın kurallar da, temel sağlık koşulları da, ekoloji de, politika da, eşitlik de, sağduyulu yaşam da… Onlardan herhangi birini alın, genişletip süslü sözlerle bezeyin; aile hayatınıza, işinize, devletinize, dünyanıza uygulayın. Doğru, anlaşılır ve sağlam olduklarını göreceksiniz...
Hepimiz, yani bütün dünya öğleden sonraları saat üçte taze bisküvi yiyip süt içtikten sonra battaniyemizin altına kıvrılıp azıcık kestirseydik, dünyamız ne kadar yaşanası bir dünya olurdu, bir düşünsenize! Ya da hükümetlerin bir temel ilkesi olsaydı, aldıklarını hep yerine koysalardı ve kendi dağıttıkları yerleri kendileri toplasalardı…
Ayrıca kaç yaşına gelmiş olursanız olun, dünyaya çıktığınızda bir yoldaş, bir yâren bulup onunla el ele tutuşmak, bir arada yürümek de hâlâ tecrübe edilebilecek en iyi şeydir…”
***
Sanırım bana hak verirsiniz; Fulghum, ‘hayatta tecrübe edilebilecek en iyi’ şeylere değinmiş…
Ve bunların ‘çocukluk çağında’ biçimlendiğinin altını özenle çizmiş.
Güzel teori…
Öte yandan biz, yaklaşık bir haftadır kız çocuklarımızın başına gelebilecek en feci şeylerden birinin, ‘çocuk yaşta evlilik veya cinsel saldırı’ olayının hukuki, sosyal ve psikolojik otopsisiyle uğraşıyoruz. Fulghum’ın güzel teorisine karşılık bizim yaptığımız şey, belki de en hazîn pratik.
Kalabalık bir kesim ‘dünyanın ne düşündüğünü’ önemsemiyor olabilir; ama ben -ve eminim benim gibi epeyce insan- çizdiğimiz görüntünün tarih ve uygarlık aynasına nasıl düştüğünü önemsiyoruz.
Gerçek görüntümüz de aynadaki yansımamız da birbirini tutmalı; ‘olduğumuz gibi görünmeliyiz’ ve çocuk evliliklerine ya da çocuklara yönelik her çeşit cinsel girişime şiddetle karşı çıkmalıyız!
Yasaları, yasalara uymamış insanların menfaati doğrultusunda düzenlemek yanlış!
Bu, en az çocuk bedenine göz dikmiş cahillerin düştüğü yanlış kadar yanlış.
Ve bizde ‘İki yanlış bir doğru etmez!’ diye de bir söz vardır…
Tabii olaya bir de soyut şeyler; şeref ve haysiyet açısından bakmak mümkün.
Tabii herkesin bu açıdan bakabileceğini ummak safdillik olur:
Reyhane Cebbari Melayeri adını hiç duymuş muydunuz?
Eski istihbaratçı ve İran Devrim Muhafızı Murtaza Serbendi’yi kendisine tecavüz ettiği için gözünü kırpmadan öldüren kadındır Reyhane… Cinayet davasına bakan rejim kuklası kadı ile Reyhane arasında geçen bütün yargı görüşmesinin şu dört cümleden ibaret olduğu söylenir:
-Murtaza’yı neden öldürdün?
-Şerefimi korumak için…
-Bu geçerli bir neden değil !
-Şerefin yoksa anlayamazsın!
Galiba, bizdeki tartışmayı doğru yöne sürükleyebilmek için bu yasa teklifine sadece hukukun soğuk penceresinden değil, aynı zamanda şeref, haysiyet, onur, vicdan, empati gibi kavramları da hukuk çerçevesinin kıyısına iliştirerek bakabilmeliyiz.
***
Çeşitlememizin son ayrıntısı 24 Kasım’a dair:
Önce bütün öğretmenlerden özür diliyorum. Ben de tıpkı Atatürk sonrasında ülkeyi yönetenler gibi sözü öğretmenlerimize getirinceye kadar dağdan taştan aşırdım. Bugünün iki gün sonrasına dair bir ‘sonsöz’ ile bitiriyorum:
İki gün sonra 24 Kasım…
Türkiye için bir kez daha ‘öğretmenleri düşünme vakti’…
Onların özverilerini anımsamak için…
Değerlerini bir kez daha anlamak için…
Yıllardır çözemediğimiz sorunlarını, ekonomik gereksinimlerini tekrar düşünmek; özlük hakları bağlamında ya da sosyal statü konusunda yaşadıkları tıkanıklıkları irdelemek, durumu anlamak için…
Milli Eğitim’den beklentilerini doğru algılamak için…
Tüm bunları ayrı ayrı; ama aynı çerçevenin içinde işitme, düşünme, anlamaya çalışma zamanıdır 24 Kasım.
Yoksa biliyoruz, öğretmenlerin dünyasını bir günde değiştirmek gibi bir imkân kimsenin elinde yok. Öte yandan ‘Keşke bu sorunları Cumhuriyet’in 93’üncü yılında hâlâ konuşuyor olmasak, çözmüş olsak…’ diyeceğim ama…
İyisi mi söylemeyeyim. Bugün ikinci kez lafügüzaf sarfetmiş olurum. Onun yerine bugün, ülke ve insan sevgisiyle yanıp tutuşan bütün öğretmenleri, sevgiyle, saygıyla, hürmetle anımsıyorum.
Emin olun, iki gün sonra ben de onlar gibi, onlardan birinin oğlu ve zaten onlardan biri olarak ‘Dünyaya bir kere daha gelseydim yine öğretmen olmayı seçerdim’ diyeceğim.
İçimden gelerek, inanarak söyleyeceğim bunu.
Öğretmen oldum ve ondan sonra hayatımdaki her şey yoluna girdi; çok kazandım, çok itibar gördüm diye değil… En kötü zamanlarda bile günümü yenileyen çocuklardan etkilenip, her şeye rağmen iyimserliğe dönebildiğim için…
İnsan yenilenmeyi, hayata her gün yeniden başlamayı, paradigmanın dışına çıkarak her kırk dakikada bir büyük dünya sorununu çözmeyi başka hangi meslekte bu kadar kolay başarabilir ki?