İnsanın potansiyellerini bir kez daha tanımlayan bilim, bugün artık açıkça ilan ediyor ki uygarlık yolunda ilerleyişimizi yalnızca ‘aklımız’ değil ‘duygularımız’ da olanaklı kılıyor...
Başka bir deyişle en az ölçüp biçici aklımız kadar, güdüleyici, heyecanlandırıcı, tutkuyla bağlayıcı ve bizi zaman zaman taammüden hayal kırıklığına iten duygularımızın da etkisindeyiz.
İyi ya da kötü oluşumuzla, sorunların üstesinden gelmemiz ya da onların altında ezilip kalmamızla ilgili olan tek şey -tek fail- aklımız değil; en az onun kadar etkili bir başka volkan daha devinip duruyor içimizde:
Duygularımız…
***
Duygularımızı önemsemeyi biz aslında eskiden beri çok iyi biliriz. Aşk her çağda edebiyatımıza da sinemamıza da, hatta savaşlarımıza, çatışmalarımıza bile yön veren ana etkenlerden biri olmuş; fakat kendimizi tam da her şeyi akıl merceğinden izlemeye, evreni akıl sabitesiyle ölçmeye alışmışken şimdi karşımıza çıkan EQ -emotional quotient ya da Türkçe açılımıyla duygusal zeka- kavramı, duygularımızı alıp günlük yaşamın baş köşesine oturtuyor…
Hem de bunu şairler değil, sosyal bilimler alanının çığır açan bilim insanları yapıyor.
Matematik ve fizik gibi bilimler, kendi kuyusunu mu kazıyor, nedir?
Hayır, elbette bilim kendi kuyusunu kazmıyor!
Bilim, kendi kimliğini, nedenselliğini insanın derûnunda yeniden keşfediyor…
Bizi biz yapan asıl etmenin duygularımızda gizli olduğunu, insanlı evreni insansız evrenden ayıran bir önemli şeyin de insana özgü duygular olduğunu itiraf ediyor…
Konforumuzu, daha kolay ve daha fazla güvenlik içinde yaşama dürtümüzü biçimlendiren, dolayısıyla bilimin kendi gayya kuyusunu kurcalayan ‘aklın’ yanına, hayatın öteki yüzünü, konfora bağlı olmaksızın mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu hazırlayan ‘duyguyu’ oturtuyor.
Hem de eşit koşullarda va aynı saygınlıkla…
Ve yani bilim, aslında kendini aşıyor!..
***
Bugün, Fuzûlî’den beş asır sonra, aşkı yeniden ve çok daha koyu demliyor bilimciler...
Böylelikle tüm duyguları aşka gösterdikleri özenle irdeliyorlar. İyi bir hukukçu olmanın ötesinde üretken ve verimli, hayatla barışık bir insan olmanın sırrını duygularda arıyorlar... Pancar yetiştiren çiftçinin başarısını ve çevresiyle uyumunu, öncelikle onun duygu dünyasında, tohuma ve toprağa dokunuşunun ruhanî denklemi ile çözümlemeye çalışıyorlar...
Bunlar, geçim sıkıntısından bunalmış yurdum insanına yabancı şeyler değil!
Biz zaten duygularımızın etkisinde yaşayan, çoğu zaman da sıcakkanlılığın getirdiği ani ve duygusal tepkilerimizin ceremesini çeken insanlar değil miyiz?
Duygu yüklü ve melankolik ve asla bıkamadığımız onca sine-masal ürünü ‘Türk filmi’ diye -hani belki hafifçe alayla- isimlendirerek esasında kendi baskın duygusallığımızı da afişe etmiyor muyuz?
Olsun!
Benim kuşağımın doğduğu yüzyıldan, 50’li yıllardan başlayarak, belki de ‘Kore’ serüvenimizden beri masrafları, ekonomik çıkarları falan bir yana bırakıp, hesabı kitabı çok da önemsemeden her mazlum topluluğun yardımına koşan, bu yüzden belki her defasında zarara uğrayan ama ‘dünyanın bir avuç iyisini’ üzmemek ve yalnız bırakmamak için ‘uluslararası ikiyüzlülüğü’ sınırlarımızın dışına süren biziz…
Ben, sonuçları ne olursa olsun, bu ‘ulusal-duygusal’ niteliğimizle övünüyorum...
Ve kabul ediyorum ki bu son derece göreceli bir yaklaşımdır; siz katılmayabilirsiniz.
Beni cezbeden duygu şu: Çoğu kez yanlış anlaşılmayı, harcanmışlık duygusunu, derin üzüntüleri ve hayal kırıklıklarını yaşasak da ‘ulusal utanç’ duygusunu tanımıyoruz; utanılacak bir riyakârlık yok toplumlarla kurduğumuz sınır-ötesi dostluklarda.
***
Devam Edecek...
*: Pusula arşivinden (Eylül, 2014)
Başka bir deyişle en az ölçüp biçici aklımız kadar, güdüleyici, heyecanlandırıcı, tutkuyla bağlayıcı ve bizi zaman zaman taammüden hayal kırıklığına iten duygularımızın da etkisindeyiz.
İyi ya da kötü oluşumuzla, sorunların üstesinden gelmemiz ya da onların altında ezilip kalmamızla ilgili olan tek şey -tek fail- aklımız değil; en az onun kadar etkili bir başka volkan daha devinip duruyor içimizde:
Duygularımız…
***
Duygularımızı önemsemeyi biz aslında eskiden beri çok iyi biliriz. Aşk her çağda edebiyatımıza da sinemamıza da, hatta savaşlarımıza, çatışmalarımıza bile yön veren ana etkenlerden biri olmuş; fakat kendimizi tam da her şeyi akıl merceğinden izlemeye, evreni akıl sabitesiyle ölçmeye alışmışken şimdi karşımıza çıkan EQ -emotional quotient ya da Türkçe açılımıyla duygusal zeka- kavramı, duygularımızı alıp günlük yaşamın baş köşesine oturtuyor…
Hem de bunu şairler değil, sosyal bilimler alanının çığır açan bilim insanları yapıyor.
Matematik ve fizik gibi bilimler, kendi kuyusunu mu kazıyor, nedir?
Hayır, elbette bilim kendi kuyusunu kazmıyor!
Bilim, kendi kimliğini, nedenselliğini insanın derûnunda yeniden keşfediyor…
Bizi biz yapan asıl etmenin duygularımızda gizli olduğunu, insanlı evreni insansız evrenden ayıran bir önemli şeyin de insana özgü duygular olduğunu itiraf ediyor…
Konforumuzu, daha kolay ve daha fazla güvenlik içinde yaşama dürtümüzü biçimlendiren, dolayısıyla bilimin kendi gayya kuyusunu kurcalayan ‘aklın’ yanına, hayatın öteki yüzünü, konfora bağlı olmaksızın mutluluğumuzu ya da mutsuzluğumuzu hazırlayan ‘duyguyu’ oturtuyor.
Hem de eşit koşullarda va aynı saygınlıkla…
Ve yani bilim, aslında kendini aşıyor!..
***
Bugün, Fuzûlî’den beş asır sonra, aşkı yeniden ve çok daha koyu demliyor bilimciler...
Böylelikle tüm duyguları aşka gösterdikleri özenle irdeliyorlar. İyi bir hukukçu olmanın ötesinde üretken ve verimli, hayatla barışık bir insan olmanın sırrını duygularda arıyorlar... Pancar yetiştiren çiftçinin başarısını ve çevresiyle uyumunu, öncelikle onun duygu dünyasında, tohuma ve toprağa dokunuşunun ruhanî denklemi ile çözümlemeye çalışıyorlar...
Bunlar, geçim sıkıntısından bunalmış yurdum insanına yabancı şeyler değil!
Biz zaten duygularımızın etkisinde yaşayan, çoğu zaman da sıcakkanlılığın getirdiği ani ve duygusal tepkilerimizin ceremesini çeken insanlar değil miyiz?
Duygu yüklü ve melankolik ve asla bıkamadığımız onca sine-masal ürünü ‘Türk filmi’ diye -hani belki hafifçe alayla- isimlendirerek esasında kendi baskın duygusallığımızı da afişe etmiyor muyuz?
Olsun!
Benim kuşağımın doğduğu yüzyıldan, 50’li yıllardan başlayarak, belki de ‘Kore’ serüvenimizden beri masrafları, ekonomik çıkarları falan bir yana bırakıp, hesabı kitabı çok da önemsemeden her mazlum topluluğun yardımına koşan, bu yüzden belki her defasında zarara uğrayan ama ‘dünyanın bir avuç iyisini’ üzmemek ve yalnız bırakmamak için ‘uluslararası ikiyüzlülüğü’ sınırlarımızın dışına süren biziz…
Ben, sonuçları ne olursa olsun, bu ‘ulusal-duygusal’ niteliğimizle övünüyorum...
Ve kabul ediyorum ki bu son derece göreceli bir yaklaşımdır; siz katılmayabilirsiniz.
Beni cezbeden duygu şu: Çoğu kez yanlış anlaşılmayı, harcanmışlık duygusunu, derin üzüntüleri ve hayal kırıklıklarını yaşasak da ‘ulusal utanç’ duygusunu tanımıyoruz; utanılacak bir riyakârlık yok toplumlarla kurduğumuz sınır-ötesi dostluklarda.
***
Devam Edecek...
*: Pusula arşivinden (Eylül, 2014)