(15 Mayıs Salı günü yayımlanan yazının devamı)
(…)
Şehirlerin ‘sosyo-ekonomik yaşam yozlaşması ve mimari kimliksizleşme’ açısından birbirinin kopyasına dönüştüğünü düşünmem, sadece mutluluk endeksine kafayı takmış olmamdan veya sadece kendi kişisel deneyimlerimden kaynaklanmıyor; mimarinin, sosyolojinin ve bütün sosyal bilimlerin altını ısrarla çizdiği, bizim çok önemsememiz gereken başka bilimsel argümanlar da var:
Türkçesi ‘suç oranları, karakollara ve mahkemelere intikal eden kötü hikâyeler vesaire’…
Şehirlerimizin hepsinde suç dosyaları kabarıyor, mahkemeler ve karakollar dolup taşıyor; birçok şehirde var olanlar ihtiyacı karşılayamadığı için yeni ve daha büyük hapishaneler yapılıyor.
‘Bu, doğal; çünkü nüfus artıyor!’ diyen çıkacaktır.
Hayır, tam olarak öyle değil. Nüfusun %7 arttığı şehirlerde ve yani çoğu şehirde suç oranı %47 artıyorsa dikkatinizi çekmeye çalıştığım şey oluyor, ayağımızı bastığımız yerde ayan beyan bir yıkım yaşanıyor demektir!
Biz farkında olsak da olmasak da, kabullensek de kabullenmesek de böyle bir şey yaşanıyor.
Daha açığı: ‘Şehirlere göçen köyler, bozulan yerel kültürler, değerlerini yitiren kırsal bölgeler, erozyona uğrayan kent kimlikleri’…
Şehirlerimizin neredeyse hepsi ya kaybettiği nüfustan ya da başka kentlerin ahalisi ve kültürü tarafından tabiri caizse işgal edilmekten muzdarip.
‘İşgal eden’ durumundakilerin kendi değerlerini kaybettiği ve bu kayıptan dolayı muzdarip olduğu, yakındığı da ayrı bir sorun.
Ne misafir eden memnun ikâmete dönüşen bu misafirlikten ne de misafirin kendisi yani…
Bu trajedi zinciri, şehirlerin önünde bir kara delik gibi büyüyor…
İşsizliğin ileri aşamalarda ne tür yıkımları tetiklediğini ise elbette İş-Kur’dan önce akademisyenlere, psikiyatristlere, sosyal-psikologlara sormak gerekiyor.
Bu sorun, geleceğimizi usul usul, içten içe karartıyor…
Rekabet; barış içinde daha iyi fikirler, eserler, hizmetler üretimini değil de pastadan en büyük dilimi kapmak için rakipleri (?) ezme, linç etme, yok etme, yaşam hakkı tanımama içgüdüsünü büyüttüğünde canavarlaşıyoruz. Bu her katmanda ciddi insanî sorunlar doğuruyor; ama özellikle canavarlaşan büyük sermaye emekçiler için hayatı çekilmez hale getiriyor.
Bir bakın etrafınıza…
Bu sorun da umudumuzu ve sosyal adalet inancımızı unufak ediyor…
Aileleri, aile bağlarını sinsice, gizliden gizliye yok eden bir etken bu!
Gerçek bir açmaz bu…
Hem de belki şehir hayatının en büyük açmazı…
Ve ne yazık ki %100’e yakın oranda herkesin, hepimizin hayatı bu!
Artık bütün şehirlerin kaderi…
Doğayı hayatımızdan alıp götüren, bizi renksiz ve eğlencesiz küplerin içine hapseden, şehirleri kimliksizleştiren bir başka açmaz bu…
Reklamlardaki huzurlu hayat, sadece reklamlarda kalıyor; eskisinden güzel bir İstanbul yaratamıyoruz mesela.
‘Bahçelievler’ semt adı olmanın ötesine gidemiyor çoğu şehirde; söz gelimi Ankara’da gerçekten bahçeli ve modern bir evde, bir villada oturmak ise ne yazık ki Ankaralıların en çok %3’lük bölümünün bütçesiyle örtüşüyor…
Şimdi söyleyin lütfen, hangi şehir, nasıl karşı koyuyor bunlara?
Mümkün mü bu reaksiyonu bitirmek ya da tersine çevirmek?..
İşte bu hikâye bütün şehirleri etkiliyor.
Kimini biraz daha fazla, kimini biraz daha az; ama azıcık dikkatli bakabilirsek görürüz ki hepsini ‘gözlemlenebilir biçimde’ etkiliyor ve onları hızla birbirine benzetiyor.
Hepsini alıp sınırları ve kimliği belirsiz tek şehre dönüştürüyor.
İşte bu da başka -ve belki de en feci- yüzüyle küreselleşmedir…
Ve sonuçta olan şu:
Tıbbi mânâda hayati fonksiyonlarımız nerede, hangi şehirde devam ediyor olursa olsun; sosyal ve psikolojik açılardan baktığımızda hepimiz aynı derecede kokuşmuş, aynı oranda yozlaşmış, kimliğini aynı nedenlerle yitirmiş, sevimliliğini iyiden iyiye kaybetmiş, dereleri ve dolayısıyla damarları kurumuş, teni betonlaşmış, ruhunu kaybetmiş bir şehirde yaşamış oluyoruz.
Ve dolayısıyla ister Erzurum’da yaşayalım ister Mersin’de, ister Diyarbakır’da yaşayalım ister İzmir’de; biz, hepimiz, aynı şeylerden etkilenen ve aynı uçuruma sürüklenen ‘bahtsız hemşehrileriz’ aslında…
(…)
Şehirlerin ‘sosyo-ekonomik yaşam yozlaşması ve mimari kimliksizleşme’ açısından birbirinin kopyasına dönüştüğünü düşünmem, sadece mutluluk endeksine kafayı takmış olmamdan veya sadece kendi kişisel deneyimlerimden kaynaklanmıyor; mimarinin, sosyolojinin ve bütün sosyal bilimlerin altını ısrarla çizdiği, bizim çok önemsememiz gereken başka bilimsel argümanlar da var:
- Mesela ‘kriminal istatistikler’…
Türkçesi ‘suç oranları, karakollara ve mahkemelere intikal eden kötü hikâyeler vesaire’…
Şehirlerimizin hepsinde suç dosyaları kabarıyor, mahkemeler ve karakollar dolup taşıyor; birçok şehirde var olanlar ihtiyacı karşılayamadığı için yeni ve daha büyük hapishaneler yapılıyor.
‘Bu, doğal; çünkü nüfus artıyor!’ diyen çıkacaktır.
Hayır, tam olarak öyle değil. Nüfusun %7 arttığı şehirlerde ve yani çoğu şehirde suç oranı %47 artıyorsa dikkatinizi çekmeye çalıştığım şey oluyor, ayağımızı bastığımız yerde ayan beyan bir yıkım yaşanıyor demektir!
Biz farkında olsak da olmasak da, kabullensek de kabullenmesek de böyle bir şey yaşanıyor.
- Mesela ‘göç sorunu ve hızlı demografik değişim’…
Daha açığı: ‘Şehirlere göçen köyler, bozulan yerel kültürler, değerlerini yitiren kırsal bölgeler, erozyona uğrayan kent kimlikleri’…
Şehirlerimizin neredeyse hepsi ya kaybettiği nüfustan ya da başka kentlerin ahalisi ve kültürü tarafından tabiri caizse işgal edilmekten muzdarip.
‘İşgal eden’ durumundakilerin kendi değerlerini kaybettiği ve bu kayıptan dolayı muzdarip olduğu, yakındığı da ayrı bir sorun.
Ne misafir eden memnun ikâmete dönüşen bu misafirlikten ne de misafirin kendisi yani…
- Mesela ‘iş olanaklarının zayıflaması; yeni göç hikâyelerine yol açacak yeni nesil toplu trajediler’…
Bu trajedi zinciri, şehirlerin önünde bir kara delik gibi büyüyor…
İşsizliğin ileri aşamalarda ne tür yıkımları tetiklediğini ise elbette İş-Kur’dan önce akademisyenlere, psikiyatristlere, sosyal-psikologlara sormak gerekiyor.
- Mesela ‘ekonomik tabakaların en yukarısında ticari ya da siyasi rekabetten kaynaklanan yozlaşma’…
Bu sorun, geleceğimizi usul usul, içten içe karartıyor…
Rekabet; barış içinde daha iyi fikirler, eserler, hizmetler üretimini değil de pastadan en büyük dilimi kapmak için rakipleri (?) ezme, linç etme, yok etme, yaşam hakkı tanımama içgüdüsünü büyüttüğünde canavarlaşıyoruz. Bu her katmanda ciddi insanî sorunlar doğuruyor; ama özellikle canavarlaşan büyük sermaye emekçiler için hayatı çekilmez hale getiriyor.
Bir bakın etrafınıza…
- Mesela ‘ekonomik tabakaların en altında yoksulluğun doğurduğu ahlaki bozulma’…
Bu sorun da umudumuzu ve sosyal adalet inancımızı unufak ediyor…
Aileleri, aile bağlarını sinsice, gizliden gizliye yok eden bir etken bu!
- Mesela ‘şehirlerin kalabalıklaşması, buna karşın insanların korkunç derecede yalnızlaşması’…
Gerçek bir açmaz bu…
Hem de belki şehir hayatının en büyük açmazı…
Ve ne yazık ki %100’e yakın oranda herkesin, hepimizin hayatı bu!
- Ve mesela ‘betonlaşma’…
Artık bütün şehirlerin kaderi…
Doğayı hayatımızdan alıp götüren, bizi renksiz ve eğlencesiz küplerin içine hapseden, şehirleri kimliksizleştiren bir başka açmaz bu…
Reklamlardaki huzurlu hayat, sadece reklamlarda kalıyor; eskisinden güzel bir İstanbul yaratamıyoruz mesela.
‘Bahçelievler’ semt adı olmanın ötesine gidemiyor çoğu şehirde; söz gelimi Ankara’da gerçekten bahçeli ve modern bir evde, bir villada oturmak ise ne yazık ki Ankaralıların en çok %3’lük bölümünün bütçesiyle örtüşüyor…
Şimdi söyleyin lütfen, hangi şehir, nasıl karşı koyuyor bunlara?
Mümkün mü bu reaksiyonu bitirmek ya da tersine çevirmek?..
İşte bu hikâye bütün şehirleri etkiliyor.
Kimini biraz daha fazla, kimini biraz daha az; ama azıcık dikkatli bakabilirsek görürüz ki hepsini ‘gözlemlenebilir biçimde’ etkiliyor ve onları hızla birbirine benzetiyor.
Hepsini alıp sınırları ve kimliği belirsiz tek şehre dönüştürüyor.
İşte bu da başka -ve belki de en feci- yüzüyle küreselleşmedir…
Ve sonuçta olan şu:
Tıbbi mânâda hayati fonksiyonlarımız nerede, hangi şehirde devam ediyor olursa olsun; sosyal ve psikolojik açılardan baktığımızda hepimiz aynı derecede kokuşmuş, aynı oranda yozlaşmış, kimliğini aynı nedenlerle yitirmiş, sevimliliğini iyiden iyiye kaybetmiş, dereleri ve dolayısıyla damarları kurumuş, teni betonlaşmış, ruhunu kaybetmiş bir şehirde yaşamış oluyoruz.
Ve dolayısıyla ister Erzurum’da yaşayalım ister Mersin’de, ister Diyarbakır’da yaşayalım ister İzmir’de; biz, hepimiz, aynı şeylerden etkilenen ve aynı uçuruma sürüklenen ‘bahtsız hemşehrileriz’ aslında…