AFORİZMALAR (29)
Güneş ölüler için doğmadığı gibi, yüreğimize benzeyen ve ‘dolu bir hayatla devinip duran dünya’ da ölüler için yaratılmadı; hayat, hayat sahibi varlıkların tekâmülü için yaratıldı.
Kalp rastgele atmadığı gibi, hayatın nabzı da rastgele atmaz, kalbin bir ritmi olduğu gibi, hayatın da bir ritmi vardır. Kalp kanunlara tabi olduğu gibi hayat da kanunlara tabidir. Bu kanunlar, küte pata işlemiyor, saat gibi dakik ve muazzam bir işleyişe sahiptir. Bu ilahi kanunlar, şaheser bir kanaviçe gibi, Allah’ın bir şaheseri olan şu hayatın her noktasında ve kütlesinde hükmünü icra ediyor. Tedricen, biteviye, muazzam bir varoluş…
Bu, öyle bir kanun ki, sebepler fabrikasında, embriyoyu insan ve hayvan, tohumu bitki ve ağaç yapmakta; her hayat yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek, muhteşem bir insan, bir hayvan, bir bitki olmaktadır.
İnsan; hilkatin gözbebeği… Hayatın merkezi… Allah’ın ‘kendini kazanan varlık’ olarak tanzim ettiği yekta varlığı. Öyle bir yekta ki, Yaratıcısı tek olduğu gibi o da tektir; bir insandan iki tane yoktur! Bu yekta varlık; yıl yıl, mevsim mevsim, ay ay, gün gün, adım adım, nefes nefes, yudum yudum, lokma lokma, kelime kelime, santim santim ‘kendinden kendine doğru ilerler’; yol alışı ilahi kanunlara uygun her kişi sonunda ‘kendini kazanır.’
Nedir ‘kendini kazanmak?’
Hayattaki büyüme kanununu görmek, kanunun kendisini bir meyve gibi yetiştirmek gayesi güttüğünü anlamak, gayeye uygun yaşamak, kanun koyucuyu ve Onun emirlerini tanımak, Ona kulluk etmek.
Kendini kazanmak! Bu, tarlaya tohum ekip ürün yetiştirmek gibi, emek ister. Kendini aramak insanın mukadderidir. Öğrendiği, tecrübe ettiği, başardığı, başaramadığı kendidir. Şuuruna erdiği her şey kendine dair edindiği şuur demektir.
İnsan hayattan bir şey çalamaz, hayattan bir şeyler alıp öteki dünyaya götüremez. Dış destekler, sosyal faaliyet, aile, eğitim, ticari uğraş, toprak gibidir, insan kendi tohumunu (ruhunu) topraktakilerle büyütür. Nasıl, tabiatta gaye toprak değil toprağın büyüttüğü ise, insan için de dış destekler gaye değildir; dış destekler, insanın kendini kazanmasının imkânlarıdır. Öteki tarafa insan ancak ‘kazandığı kendini’ geçirebilir, başka şeyi değil.
Akıl, vicdan ve his kuvvetleriyle doludur insan. Allah’tan aldığı ruh cevheriyle kendinin farkına varır; kendine dair farkındalığı arttığı nispette de Yaratan’ı bilir. Kendinin farkına varan insan kendini kazanmış biri olarak, kendi kendinin mürşidi ve kurtarıcısı olduğunu da anlar. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav), Allah’ın emirlerini tebliği ettiler. Eğer hidayet onların elinde olsaydı, yeryüzünde müminlerden başka kimse yaşamazdı. Peygamberler Kuran’ı tebliği etti; her çağda tebliği işiten kendini tabiatta bir çalı olmaktan kurtardı ve kendini kazanabildi.
His mertebesinde yaşayanın duygu, düşünce, tutum ve davranışı aklın ve vicdanın değil hislerin bir yansımasıdır. Nesnelerin hislerle yaptığı alış-veriş kendini tanımanın iptidai bir mertebesidir. Bu mertebede kalan Yaratan’dan ne ‘kendi emanetini şuurlu olarak almış’ ne de emanetini Yaratan’a ‘kazandığı kendi’ olarak götürebilmiştir.
Her insan kendi iradesinin tayin ettiği yoldan yürür. Aklını, vicdanını kullanan, hadiseleri Kuran penceresinden bakıp gözlemleyen, analiz eden, doğruyu ve yanlışı güneş gibi aşikâr görecektir. Görenler, insan olarak doğmuş, fakat hayat mektebinde ‘insan olmuş’ bahtiyar kimselerdir. Cennet de onlarındır. Güneş onların yetişmesi için parlamaktadır. Fakat hayıf ki, modern toplum, ‘Nefis Hapishanesi’ne gönüllü mahkûm yazılmıştır. Kentlerin göz kamaştıran ışıkları altında kendini dış başarıya adamış insanın artık ‘kendini kazanması’ kolay bir mesele gözükmemektedir.
Güneş ölüler için doğmadığı gibi, yüreğimize benzeyen ve ‘dolu bir hayatla devinip duran dünya’ da ölüler için yaratılmadı; hayat, hayat sahibi varlıkların tekâmülü için yaratıldı.
Kalp rastgele atmadığı gibi, hayatın nabzı da rastgele atmaz, kalbin bir ritmi olduğu gibi, hayatın da bir ritmi vardır. Kalp kanunlara tabi olduğu gibi hayat da kanunlara tabidir. Bu kanunlar, küte pata işlemiyor, saat gibi dakik ve muazzam bir işleyişe sahiptir. Bu ilahi kanunlar, şaheser bir kanaviçe gibi, Allah’ın bir şaheseri olan şu hayatın her noktasında ve kütlesinde hükmünü icra ediyor. Tedricen, biteviye, muazzam bir varoluş…
Bu, öyle bir kanun ki, sebepler fabrikasında, embriyoyu insan ve hayvan, tohumu bitki ve ağaç yapmakta; her hayat yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek, muhteşem bir insan, bir hayvan, bir bitki olmaktadır.
İnsan; hilkatin gözbebeği… Hayatın merkezi… Allah’ın ‘kendini kazanan varlık’ olarak tanzim ettiği yekta varlığı. Öyle bir yekta ki, Yaratıcısı tek olduğu gibi o da tektir; bir insandan iki tane yoktur! Bu yekta varlık; yıl yıl, mevsim mevsim, ay ay, gün gün, adım adım, nefes nefes, yudum yudum, lokma lokma, kelime kelime, santim santim ‘kendinden kendine doğru ilerler’; yol alışı ilahi kanunlara uygun her kişi sonunda ‘kendini kazanır.’
Nedir ‘kendini kazanmak?’
Hayattaki büyüme kanununu görmek, kanunun kendisini bir meyve gibi yetiştirmek gayesi güttüğünü anlamak, gayeye uygun yaşamak, kanun koyucuyu ve Onun emirlerini tanımak, Ona kulluk etmek.
Kendini kazanmak! Bu, tarlaya tohum ekip ürün yetiştirmek gibi, emek ister. Kendini aramak insanın mukadderidir. Öğrendiği, tecrübe ettiği, başardığı, başaramadığı kendidir. Şuuruna erdiği her şey kendine dair edindiği şuur demektir.
İnsan hayattan bir şey çalamaz, hayattan bir şeyler alıp öteki dünyaya götüremez. Dış destekler, sosyal faaliyet, aile, eğitim, ticari uğraş, toprak gibidir, insan kendi tohumunu (ruhunu) topraktakilerle büyütür. Nasıl, tabiatta gaye toprak değil toprağın büyüttüğü ise, insan için de dış destekler gaye değildir; dış destekler, insanın kendini kazanmasının imkânlarıdır. Öteki tarafa insan ancak ‘kazandığı kendini’ geçirebilir, başka şeyi değil.
Akıl, vicdan ve his kuvvetleriyle doludur insan. Allah’tan aldığı ruh cevheriyle kendinin farkına varır; kendine dair farkındalığı arttığı nispette de Yaratan’ı bilir. Kendinin farkına varan insan kendini kazanmış biri olarak, kendi kendinin mürşidi ve kurtarıcısı olduğunu da anlar. Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (sav), Allah’ın emirlerini tebliği ettiler. Eğer hidayet onların elinde olsaydı, yeryüzünde müminlerden başka kimse yaşamazdı. Peygamberler Kuran’ı tebliği etti; her çağda tebliği işiten kendini tabiatta bir çalı olmaktan kurtardı ve kendini kazanabildi.
His mertebesinde yaşayanın duygu, düşünce, tutum ve davranışı aklın ve vicdanın değil hislerin bir yansımasıdır. Nesnelerin hislerle yaptığı alış-veriş kendini tanımanın iptidai bir mertebesidir. Bu mertebede kalan Yaratan’dan ne ‘kendi emanetini şuurlu olarak almış’ ne de emanetini Yaratan’a ‘kazandığı kendi’ olarak götürebilmiştir.
Her insan kendi iradesinin tayin ettiği yoldan yürür. Aklını, vicdanını kullanan, hadiseleri Kuran penceresinden bakıp gözlemleyen, analiz eden, doğruyu ve yanlışı güneş gibi aşikâr görecektir. Görenler, insan olarak doğmuş, fakat hayat mektebinde ‘insan olmuş’ bahtiyar kimselerdir. Cennet de onlarındır. Güneş onların yetişmesi için parlamaktadır. Fakat hayıf ki, modern toplum, ‘Nefis Hapishanesi’ne gönüllü mahkûm yazılmıştır. Kentlerin göz kamaştıran ışıkları altında kendini dış başarıya adamış insanın artık ‘kendini kazanması’ kolay bir mesele gözükmemektedir.