Bizim, gırcon saçlı Mario Kempes’i kendimize şeyh belleyip futbol dergâhına ilk adımımızı attığımız yıllardı. Aynı zamanda yazın, Aslanpaşa’ya Kur’an kursuna gittiğimiz yıllar…
د … ك
Dal; delil… Kef; keramet…
‘Dünya Kupası’ diyorduk biz haddi zatında…
***
Fuat abim Kalespor’daydı; Ayhan abim, Gürkan abim, Gürbüz abim, Tekin abim, Ümit abim, Raci Cengiz, Tilki Metin, Beton Halis, Eroğlu Er, Selami Ulusoy, Gebe Muzo ve kaleci Kova Ömer de…
Babam, henüz jübile yapmıştı, teknik direktörüydü o takımın…
Adlarını saydığım o gençlerin hepsi sarı-siyah formalı Kalespor’daydı ve hepsi de tarifsiz güzel oynuyorlardı ama -sanırım 70’leri görmüş bütün Oltulular hemfikirdir- en iyi Fuat abim oynuyordu futbolu. Yıllar sonra İzmir’e gidip Göztepe forması giyeceğini müjdeleyen bir tekniği vardı. Bülent abim de çok teknik bir oyuncuydu. En büyüğümüz Coşkun abim gerçek bir ‘ağır abi’ idi. Şort giyip sahaya çıktığını görmedim hiç. Ama her işi iyi yapardı, Tabur’a bir kere gelse, kramponları ayağına bir kerecik geçirse Allah bilir ya Fuat abimden daha çok gol atardı. Boy avantajı da vardı zaten…
O yıllardı tam da…
Dört sene nasıl geçti anlayamıyorduk, ‘Dünya Kupası’ diyorduk biz…
Rahmetlik Şahender Nenem (babaannem), ‘Dünyanın küpesi mi olur?’ diye takılıyordu bize. Ciddiye alıyorduk, ona Jules Rimet’i falan uzun uzun anlatıyorduk. Jules’i Jul diye okumayı ihmal etmiyorduk hiç; Fransızca bildiğimizden değil, Halit Kıvanç’ı bildiğimizden…
Biz anlattıkça Nenem gülümsüyordu güzel güzel…
Neyse; futbol dünyasında henüz Maradona diye biri yoktu…
Nerden bilecektik adamın birinin gelip bütün ‘parametreleri’ değiştireceğini?
Erzurum küçük şehirdi…
Oltu, dağların arasında bir zümrüt vadi; hayatımız güzeldi…
Ondan ötesini nerden bilecektik ki?
Rossi, Rossi, Rossi…
Altobelli, Tardelli… 80’li yıllarda bütün İtalyan adları ‘i’ ile mi biterdi?
1982 senesinde Nenem iyiden iyiye ihtiyarlamıştı. İhtiyarladıkça da akıllanmıştı sanki. Ceneviz kalıntısı o biblo gibi güzel kaleden amcamın bahçeli evine dökülen yaz sıcağını alt etmek için dahiyane bir yol bulmuştu: İğde ağacının gölgesi…
İğde yaprakları o yaşlarda adını bile duymadığımız bir şey gibi, Mitsubishi klima gibi sıcağı soğuğa dönüştürüyordu. Nasıl oluyorduysa artık?
Biz yine Dünya Kupası diyorduk…
Fuat abim, sarı-kırmızı 25 Mart formasıyla Erzurum amatör kümede gol kralı olmuştu. 34 gol atmıştı. Unutmam, görmeyi en çok istediğim şehrin, İstanbul’un plakasıydı…
Cezayir Müslüman ülke diye nasıl heyecanlanıyorduk, ah nasıl o sene!..
Ama Rossi, Altobelli, Tardelli, finalin üç golcüsü oluyordu yine o sene…
Biz Dünya Kupası diyorduk yani…
Nenem, yine ‘Dünyanın küpesi mi olurmuş?’ diye sesleniyordu bize. Uzaktan, misler gibi kokan o sihirli iğde ağacının altından sesini duyuruyordu balkona…
‘Dünyanın küpesi mi olurmuş?’
Oluyormuş demek ki…
1986 senesi…
Maradona diye biri…
Sırtında mavi-beyaz çubuklu forma; biz Erzurumlular bir sevindik, bir sevindik ki sormayın…
Gözleri görseydi Nenem bile severdi Maradona’yı.
Erzurumspor forması giymiş gibiydi ve yani biz, işte her şeyi öyle romantik değerlendirirdik.
Olsun, kime ne zararımız vardı ki; birazımız sağcı, birazımız solcuyduk sonuçta?
Mavi-beyaz formalı Maradona’yı çok sevdik biz.
Nenemin son dünya kupasıydı.
Ve yani son Dünya Küpesi…
Bizim için filim orada koptu sanki…
***
Seneler nasıl da geçti…
İşte bu ay, milattan sonra 2018 senesinin yedinci ayı…
Yine bir Temmuz…
Vay efendim etimolojiymiş; Sümerce Dumi-Zi’den geliyormuş da, vay efendim Akatçada bir tanrının adıymış da, Tummiz’miş sonra Temmuz olmuş da, daha neler…
Ne putu, ne Tanrısı; Temmuz, bal gibi de Dünya Kupası’nın ayı işte…
Yahut Dünya Küpesi’nin…
Hem ne fark eder, ha kupa olmuş ha küpe olmuş; Nenem yaşamıyor ki artık. Yıllar yıllar önce vefat etti.
Oltu’daki o iğde ağacı kuruyalı da çok oldu zaten…
*Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Temmuz-2018 sayısında yayımlanan yazısından alıntıdır.
د … ك
Dal; delil… Kef; keramet…
‘Dünya Kupası’ diyorduk biz haddi zatında…
***
Fuat abim Kalespor’daydı; Ayhan abim, Gürkan abim, Gürbüz abim, Tekin abim, Ümit abim, Raci Cengiz, Tilki Metin, Beton Halis, Eroğlu Er, Selami Ulusoy, Gebe Muzo ve kaleci Kova Ömer de…
Babam, henüz jübile yapmıştı, teknik direktörüydü o takımın…
Adlarını saydığım o gençlerin hepsi sarı-siyah formalı Kalespor’daydı ve hepsi de tarifsiz güzel oynuyorlardı ama -sanırım 70’leri görmüş bütün Oltulular hemfikirdir- en iyi Fuat abim oynuyordu futbolu. Yıllar sonra İzmir’e gidip Göztepe forması giyeceğini müjdeleyen bir tekniği vardı. Bülent abim de çok teknik bir oyuncuydu. En büyüğümüz Coşkun abim gerçek bir ‘ağır abi’ idi. Şort giyip sahaya çıktığını görmedim hiç. Ama her işi iyi yapardı, Tabur’a bir kere gelse, kramponları ayağına bir kerecik geçirse Allah bilir ya Fuat abimden daha çok gol atardı. Boy avantajı da vardı zaten…
O yıllardı tam da…
Dört sene nasıl geçti anlayamıyorduk, ‘Dünya Kupası’ diyorduk biz…
Rahmetlik Şahender Nenem (babaannem), ‘Dünyanın küpesi mi olur?’ diye takılıyordu bize. Ciddiye alıyorduk, ona Jules Rimet’i falan uzun uzun anlatıyorduk. Jules’i Jul diye okumayı ihmal etmiyorduk hiç; Fransızca bildiğimizden değil, Halit Kıvanç’ı bildiğimizden…
Biz anlattıkça Nenem gülümsüyordu güzel güzel…
Neyse; futbol dünyasında henüz Maradona diye biri yoktu…
Nerden bilecektik adamın birinin gelip bütün ‘parametreleri’ değiştireceğini?
Erzurum küçük şehirdi…
Oltu, dağların arasında bir zümrüt vadi; hayatımız güzeldi…
Ondan ötesini nerden bilecektik ki?
Rossi, Rossi, Rossi…
Altobelli, Tardelli… 80’li yıllarda bütün İtalyan adları ‘i’ ile mi biterdi?
1982 senesinde Nenem iyiden iyiye ihtiyarlamıştı. İhtiyarladıkça da akıllanmıştı sanki. Ceneviz kalıntısı o biblo gibi güzel kaleden amcamın bahçeli evine dökülen yaz sıcağını alt etmek için dahiyane bir yol bulmuştu: İğde ağacının gölgesi…
İğde yaprakları o yaşlarda adını bile duymadığımız bir şey gibi, Mitsubishi klima gibi sıcağı soğuğa dönüştürüyordu. Nasıl oluyorduysa artık?
Biz yine Dünya Kupası diyorduk…
Fuat abim, sarı-kırmızı 25 Mart formasıyla Erzurum amatör kümede gol kralı olmuştu. 34 gol atmıştı. Unutmam, görmeyi en çok istediğim şehrin, İstanbul’un plakasıydı…
Cezayir Müslüman ülke diye nasıl heyecanlanıyorduk, ah nasıl o sene!..
Ama Rossi, Altobelli, Tardelli, finalin üç golcüsü oluyordu yine o sene…
Biz Dünya Kupası diyorduk yani…
Nenem, yine ‘Dünyanın küpesi mi olurmuş?’ diye sesleniyordu bize. Uzaktan, misler gibi kokan o sihirli iğde ağacının altından sesini duyuruyordu balkona…
‘Dünyanın küpesi mi olurmuş?’
Oluyormuş demek ki…
1986 senesi…
Maradona diye biri…
Sırtında mavi-beyaz çubuklu forma; biz Erzurumlular bir sevindik, bir sevindik ki sormayın…
Gözleri görseydi Nenem bile severdi Maradona’yı.
Erzurumspor forması giymiş gibiydi ve yani biz, işte her şeyi öyle romantik değerlendirirdik.
Olsun, kime ne zararımız vardı ki; birazımız sağcı, birazımız solcuyduk sonuçta?
Mavi-beyaz formalı Maradona’yı çok sevdik biz.
Nenemin son dünya kupasıydı.
Ve yani son Dünya Küpesi…
Bizim için filim orada koptu sanki…
***
Seneler nasıl da geçti…
İşte bu ay, milattan sonra 2018 senesinin yedinci ayı…
Yine bir Temmuz…
Vay efendim etimolojiymiş; Sümerce Dumi-Zi’den geliyormuş da, vay efendim Akatçada bir tanrının adıymış da, Tummiz’miş sonra Temmuz olmuş da, daha neler…
Ne putu, ne Tanrısı; Temmuz, bal gibi de Dünya Kupası’nın ayı işte…
Yahut Dünya Küpesi’nin…
Hem ne fark eder, ha kupa olmuş ha küpe olmuş; Nenem yaşamıyor ki artık. Yıllar yıllar önce vefat etti.
Oltu’daki o iğde ağacı kuruyalı da çok oldu zaten…
*Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız Dergisi Temmuz-2018 sayısında yayımlanan yazısından alıntıdır.