Evin nerede, nasıl bir evde yaşıyorsun?
Hangi şehrin hangi mahallesinde olduğu veya hangi malzemeden yapıldığı pek önemli değil…
Ama beton yığınlarını mı, ormanı mı, bir sokağı süsleyen ağaçları mı görüyorsun pencerenden baktığında?
Burası çok önemli işte!
Dışarıya baktığında mutlu insanlar görebiliyor musun?
Gülümseyebiliyor mu insanlar, yanıtını önemseyerek ‘Nasılsın?’ diyebiliyorlar mı birbirlerine ve sana?..
Üç beş gün iznin olduğunda ya da diyelim ki uzun yaz tatilinde nereye kaçıyorsun?
Sahil otellerinin ‘her şey dahil’ curcunası mı çekiyor seni?
Devasa çam ağaçlarının altına ya da kıyıda dalga seslerinin gölgesine kurulmuş bir çadır mı; yemyeşil bir vadideki ya da kayalıkların üzerindeki köyünün sükuneti mi, baba ocağın mı çekiyor seni her seferinde?
Yoksa duruma göre değişiyor mu?
Evden uzakta, nerede mutlu oluyorsun?..
Valizlerini heyecanla toplayıp kaçtığın o uzak yerdeyken evini ve yani ömrünün çoğunu geçirdiğin o sana ait -ama belki de içindeki kaçma duygusunun anası olan- yeri özlüyor musun?
Kitaplarını, çalışma masanı, üzerine oturup hayaller kurduğun tahta iskemleyi, elma soyduğun bıçağı, her sabah baktığın aynayı bırakıp gittiğinde…
Sana ait olmayan eşyaların, üzerine kokunu sindiremediğin kanepelerin, misafir odalarının ve sayılı günler geçerken -belki de sadece zaman tükeniyor diye- tuhaf bir huzursuzluk içinde seyrettiğin bütün o eşyaların arasındayken ‘Artık evime dönmeliyim’ diyor musun kendi kendine?
Peki…
Öyleyse…
Ömrünün bundan sonrasını nerede yaşamak istersin?
Evinde mi, uzaklarda mı?
Var olduğun ve kendini kendin gibi hissettiğin yerde mi, yoksa gidince kendinden bir süreliğine de olsa kaçtığın ve evindekinden daha mutlu olacağını umduğun -belki de gerçekten öyle olduğun- yerde mi?
İkisinin arasında ömür boyu salınarak mı yoksa?..
***
Bütün tatiller insanı dinlendirmiyor aslında…
Tatillerin derin filozofik boyutları da var.
Sırlı, gizemli, değişken duygulara doğru mânidâr açılımlar…
Tembellikle hiç ilgisi yoktur bunun.
Miskinlik veya romantizm falan da değil…
Kaçmakla, sığınmakla, kendimiz olmakla ve kendimizi bir başka şeyin içinde bulmakla ilgilidir daha çok.
Nitekim; bazen yoruyor tatiller, bazen kendinden koparıyor insanı ve yeniden toparlanmak pek kolay olmuyor…
Ve bazen de kendine getiriyor; çabasının, yorgunluğunun, huzursuzluğunun, yolculuğunun, arayışının ve nihayet bulabildiği -çoğunu evine gizlediği- şeylerin ne anlama geldiğini öğretiyor insana.
Tam olarak öğretemese de hissettiriyor en azından…
Ve yani…
İster bir sahil otelinin ‘her şey dahil’ curcunası içinde geçsin…
İster devasa çam ağaçlarının altına ya da kıyıda dalga seslerinin gölgesine kurulmuş bir çadırda…
İster yemyeşil bir vadideki ya da kayalıkların üzerindeki bir köyün sükuneti içinde, ister uzak bir şehirdeki baba ocağında…
Bir şey değişmiyor; sayılı günler çabuk geçiyor ve insan, yüzde yüz kendisi olduğu yere, eve dönüyor sonunda…
Döndüğünde önce siliyor, süpürüyor, yıkıyor, her şeyi yine yerli yerinde bulup kullanmak için deyim yerindeyse akort ediyor evini. Bu kısa oryantasyon bitince de ‘Oh’ diyor, ‘Oh, bu benim krallığım…’
Nereden, hangi güzelliğin içinden geri dönmüş olursa olsun.
…
İşte bunun için tatillerin zamandan azade çok derin filozofik anlamları var.
İnsanların evlerini ve daha çok da kendilerini keşfedişleriyle ilgili şeyler bunlar…
Hangi şehrin hangi mahallesinde olduğu veya hangi malzemeden yapıldığı pek önemli değil…
Ama beton yığınlarını mı, ormanı mı, bir sokağı süsleyen ağaçları mı görüyorsun pencerenden baktığında?
Burası çok önemli işte!
Dışarıya baktığında mutlu insanlar görebiliyor musun?
Gülümseyebiliyor mu insanlar, yanıtını önemseyerek ‘Nasılsın?’ diyebiliyorlar mı birbirlerine ve sana?..
Üç beş gün iznin olduğunda ya da diyelim ki uzun yaz tatilinde nereye kaçıyorsun?
Sahil otellerinin ‘her şey dahil’ curcunası mı çekiyor seni?
Devasa çam ağaçlarının altına ya da kıyıda dalga seslerinin gölgesine kurulmuş bir çadır mı; yemyeşil bir vadideki ya da kayalıkların üzerindeki köyünün sükuneti mi, baba ocağın mı çekiyor seni her seferinde?
Yoksa duruma göre değişiyor mu?
Evden uzakta, nerede mutlu oluyorsun?..
Valizlerini heyecanla toplayıp kaçtığın o uzak yerdeyken evini ve yani ömrünün çoğunu geçirdiğin o sana ait -ama belki de içindeki kaçma duygusunun anası olan- yeri özlüyor musun?
Kitaplarını, çalışma masanı, üzerine oturup hayaller kurduğun tahta iskemleyi, elma soyduğun bıçağı, her sabah baktığın aynayı bırakıp gittiğinde…
Sana ait olmayan eşyaların, üzerine kokunu sindiremediğin kanepelerin, misafir odalarının ve sayılı günler geçerken -belki de sadece zaman tükeniyor diye- tuhaf bir huzursuzluk içinde seyrettiğin bütün o eşyaların arasındayken ‘Artık evime dönmeliyim’ diyor musun kendi kendine?
Peki…
Öyleyse…
Ömrünün bundan sonrasını nerede yaşamak istersin?
Evinde mi, uzaklarda mı?
Var olduğun ve kendini kendin gibi hissettiğin yerde mi, yoksa gidince kendinden bir süreliğine de olsa kaçtığın ve evindekinden daha mutlu olacağını umduğun -belki de gerçekten öyle olduğun- yerde mi?
İkisinin arasında ömür boyu salınarak mı yoksa?..
***
Bütün tatiller insanı dinlendirmiyor aslında…
Tatillerin derin filozofik boyutları da var.
Sırlı, gizemli, değişken duygulara doğru mânidâr açılımlar…
Tembellikle hiç ilgisi yoktur bunun.
Miskinlik veya romantizm falan da değil…
Kaçmakla, sığınmakla, kendimiz olmakla ve kendimizi bir başka şeyin içinde bulmakla ilgilidir daha çok.
Nitekim; bazen yoruyor tatiller, bazen kendinden koparıyor insanı ve yeniden toparlanmak pek kolay olmuyor…
Ve bazen de kendine getiriyor; çabasının, yorgunluğunun, huzursuzluğunun, yolculuğunun, arayışının ve nihayet bulabildiği -çoğunu evine gizlediği- şeylerin ne anlama geldiğini öğretiyor insana.
Tam olarak öğretemese de hissettiriyor en azından…
Ve yani…
İster bir sahil otelinin ‘her şey dahil’ curcunası içinde geçsin…
İster devasa çam ağaçlarının altına ya da kıyıda dalga seslerinin gölgesine kurulmuş bir çadırda…
İster yemyeşil bir vadideki ya da kayalıkların üzerindeki bir köyün sükuneti içinde, ister uzak bir şehirdeki baba ocağında…
Bir şey değişmiyor; sayılı günler çabuk geçiyor ve insan, yüzde yüz kendisi olduğu yere, eve dönüyor sonunda…
Döndüğünde önce siliyor, süpürüyor, yıkıyor, her şeyi yine yerli yerinde bulup kullanmak için deyim yerindeyse akort ediyor evini. Bu kısa oryantasyon bitince de ‘Oh’ diyor, ‘Oh, bu benim krallığım…’
Nereden, hangi güzelliğin içinden geri dönmüş olursa olsun.
…
İşte bunun için tatillerin zamandan azade çok derin filozofik anlamları var.
İnsanların evlerini ve daha çok da kendilerini keşfedişleriyle ilgili şeyler bunlar…