Zenginler hep daha mutlu, yoksullar hep daha mı mutsuz?
Güçlüler hep daha huzurlu, güçsüzler hep tedirgin mi?
Kalabalıkların olduğu yerler hep güvenli, yalnızlığın uğuldadığı yerler hep tekinsiz mi?
Kırk bin yıllık bir polemiktir bu…
‘Dışı seni yakar, içi beni’ hesabı; kime sorsanız kendi halinden muzdarip.
Güçlü de güçsüz de, zengin de yoksul da…
Ama bir de ‘kamuoyu kanısı’ var, yani genel kanaat dediğimiz şey:
Toplumu, ekonomik sınıflar bakımından ölçüp tartıp; en üstte en zenginler ve en altta en yoksullar yer alacak biçimde sınıflara ayırdığımızda, aslında doyum duygusuyla, huzurla ve mutlulukla hiç de ilgisi olmayan bir sınıflandırma yapmış oluyoruz.
Zira; kesin bir argümana dayanmasa da ‘en altta, toprağa değen yerde mutluluğun, gökdelenlerdekinden çok daha yoğun yaşadığına’ inanırız.
Nedense?..
Belki bir yanılgıdır öyle düşünmek; ama aynı zamanda bir galat-ı mehurdur -ve yani yaygınlığından ötürü neredeyse gerçeğe dönüşmüş bir yanlıştır- bu.
Mesela yarım milyonluk son model arabamızla havaalanından dönerken arasından geçtiğimiz o teneke-tahta gecekondular var ya; işte oralarda, kenar mahallelerde veya köylerde yaşayanlara özeniriz ‘mutluluk bağlamında’.
Onların derdi azdır, sorunları bir çırpıda çözülebilir sanırız…
Oralarda hayat doğaldır hem…
Evlerinin önündeki teneke yağ kutusuna dikilmiş biberle, domatesle; kapının önünde gıdaklayan tavuğun yumurtasıyla sanki hep doğal ve sağlıklı beslenirmiş gibidir gecekondu ahalisi.
Ne güzel değil mi?
Bunun için mi bir gece olsun o evlerde, yer yatağında huzur içinde uyumak düşü bizi cezbeder?
Evet, bunlar çok romantik betimlemeler.
Öte yandan ‘Doruklarda rüzgâr sert eser’ deriz; rüzgârın önünde ne varsa onu eğdiğini, büktüğünü, ona ızdırap verdiğini, onu mutsuz ettiğini düşündüğümüzden olsa gerek…
Bu sözü sadece sosyal statüler bağlamında değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik tabakaların en üstündekilere, zenginlere uyarlayarak da kullanırız bazen. Onların şiddetli bir tazyik, bir baskı altında olduklarını varsayarız. En yüksekte, oksijenin az olduğu yerde ve baskı altında…
Ama gerçek şu ki toplumun sosyo-ekonomik katmanlarının en altındakiler; köyler, kenar mahalleler, varoşlar, gettolar, artık her neyse onlar, mutluluğu var edip yukarıya püskürtemezler. Var etiikleri kendi yağlarıdır ve onlar habire kendi yağlarıyla kavrulurlar. Buna karşın:
Mutluluk, yağmur gibi yukarıdan iner.
Yukarıdan inmeli ya da…
Yağmur gibi olmalı mutluluk, yerçekimiyle değerlenmeli; zeminle, toprakla mutlaka buluşmalı, sevişmeli, artmalı, çoğalmalı…
Devlet, işte tam da böyle bir amaç doğrultusunda kurgulanmış siyasal organizasyondur mesela.
Kanunu ve refahı, adaleti ve eşitliği, güvenliği ve huzuru, sükunu ve esenliği yukarıdan aşağıya doğru yayar.
Öyle olmalıdır, öylesi mantıklıdır…
Öyle olunca devlet, güçlü devlet, büyük devlet, kısaca devlet-i ebed müddet olur…
Şirketler, kurumlar, belediyeler için de durum harfiyen aynıdır; yönetenler, mutluluk doğuracak bütün ayrıntıları -mesela adaleti, hukuku, esenliği, gelişimi- organize ederler. Oluştururlar, yayarlar, yağdırırlar, çoğaltırlar…
Şirket aslında böyle büyür, çalışanlardaki aidiyet duygusu böyle güçlenir. İşbirliği, böylelikle kazanca ve huzura dönüşür…
Öyleyse dikkatlice bakmak lazım:
Kanallar açık mıdır, çatının akıntısı kesintisiz biçimde toprağa, toprağın da altına, köklere iniyor mu?
Bu akış yönü, her şeyin yukarıdan -mesela devletten- beklenmesinin doğru olacağı anlamına gelmez; fakat ‘yukarıdakilerin’ aşağıdaki mutluluk veya mutsuzluk durumlarıyla ilgili doğrudan sorumlu olduklarını ifade eder.
Aksi çok tuhaf ve çok trajik olur:
Rahmet, yukarıdan iner…
Merhamet, güçlünün güçsüze sahip çıkışıdır…
Bağışlamak ve affetmek, en yüksektekilerin harcıdır…
Adalet, mazlumun değil güce hükmedenin tarafsızlığından doğar…
Halbuki ‘iyilik’ dediğimiz şey bunlardan biraz farklıdır:
O, -tıpkı mutluluk gibi- yukarıdakinin aşağıdakine verdiği kadar aşağıdakinin de yukarıdakine verebileceği; mal-mülk, güç-iktidar, azınlık-çoğunluk mevzu bahis olmaksızın yoksulun zengine, zenginin yoksula sonsuz defa sunabileceği; üstelik kimin kime zaman ve ne kadar sunacağını önceden asla kestiremeyeceğimiz bir şeydir.
Allah’a şükür ki böyledir…
Güçlüler hep daha huzurlu, güçsüzler hep tedirgin mi?
Kalabalıkların olduğu yerler hep güvenli, yalnızlığın uğuldadığı yerler hep tekinsiz mi?
Kırk bin yıllık bir polemiktir bu…
‘Dışı seni yakar, içi beni’ hesabı; kime sorsanız kendi halinden muzdarip.
Güçlü de güçsüz de, zengin de yoksul da…
Ama bir de ‘kamuoyu kanısı’ var, yani genel kanaat dediğimiz şey:
Toplumu, ekonomik sınıflar bakımından ölçüp tartıp; en üstte en zenginler ve en altta en yoksullar yer alacak biçimde sınıflara ayırdığımızda, aslında doyum duygusuyla, huzurla ve mutlulukla hiç de ilgisi olmayan bir sınıflandırma yapmış oluyoruz.
Zira; kesin bir argümana dayanmasa da ‘en altta, toprağa değen yerde mutluluğun, gökdelenlerdekinden çok daha yoğun yaşadığına’ inanırız.
Nedense?..
Belki bir yanılgıdır öyle düşünmek; ama aynı zamanda bir galat-ı mehurdur -ve yani yaygınlığından ötürü neredeyse gerçeğe dönüşmüş bir yanlıştır- bu.
Mesela yarım milyonluk son model arabamızla havaalanından dönerken arasından geçtiğimiz o teneke-tahta gecekondular var ya; işte oralarda, kenar mahallelerde veya köylerde yaşayanlara özeniriz ‘mutluluk bağlamında’.
Onların derdi azdır, sorunları bir çırpıda çözülebilir sanırız…
Oralarda hayat doğaldır hem…
Evlerinin önündeki teneke yağ kutusuna dikilmiş biberle, domatesle; kapının önünde gıdaklayan tavuğun yumurtasıyla sanki hep doğal ve sağlıklı beslenirmiş gibidir gecekondu ahalisi.
Ne güzel değil mi?
Bunun için mi bir gece olsun o evlerde, yer yatağında huzur içinde uyumak düşü bizi cezbeder?
Evet, bunlar çok romantik betimlemeler.
Öte yandan ‘Doruklarda rüzgâr sert eser’ deriz; rüzgârın önünde ne varsa onu eğdiğini, büktüğünü, ona ızdırap verdiğini, onu mutsuz ettiğini düşündüğümüzden olsa gerek…
Bu sözü sadece sosyal statüler bağlamında değil, aynı zamanda sosyo-ekonomik tabakaların en üstündekilere, zenginlere uyarlayarak da kullanırız bazen. Onların şiddetli bir tazyik, bir baskı altında olduklarını varsayarız. En yüksekte, oksijenin az olduğu yerde ve baskı altında…
Ama gerçek şu ki toplumun sosyo-ekonomik katmanlarının en altındakiler; köyler, kenar mahalleler, varoşlar, gettolar, artık her neyse onlar, mutluluğu var edip yukarıya püskürtemezler. Var etiikleri kendi yağlarıdır ve onlar habire kendi yağlarıyla kavrulurlar. Buna karşın:
Mutluluk, yağmur gibi yukarıdan iner.
Yukarıdan inmeli ya da…
Yağmur gibi olmalı mutluluk, yerçekimiyle değerlenmeli; zeminle, toprakla mutlaka buluşmalı, sevişmeli, artmalı, çoğalmalı…
Devlet, işte tam da böyle bir amaç doğrultusunda kurgulanmış siyasal organizasyondur mesela.
Kanunu ve refahı, adaleti ve eşitliği, güvenliği ve huzuru, sükunu ve esenliği yukarıdan aşağıya doğru yayar.
Öyle olmalıdır, öylesi mantıklıdır…
Öyle olunca devlet, güçlü devlet, büyük devlet, kısaca devlet-i ebed müddet olur…
Şirketler, kurumlar, belediyeler için de durum harfiyen aynıdır; yönetenler, mutluluk doğuracak bütün ayrıntıları -mesela adaleti, hukuku, esenliği, gelişimi- organize ederler. Oluştururlar, yayarlar, yağdırırlar, çoğaltırlar…
Şirket aslında böyle büyür, çalışanlardaki aidiyet duygusu böyle güçlenir. İşbirliği, böylelikle kazanca ve huzura dönüşür…
Öyleyse dikkatlice bakmak lazım:
Kanallar açık mıdır, çatının akıntısı kesintisiz biçimde toprağa, toprağın da altına, köklere iniyor mu?
Bu akış yönü, her şeyin yukarıdan -mesela devletten- beklenmesinin doğru olacağı anlamına gelmez; fakat ‘yukarıdakilerin’ aşağıdaki mutluluk veya mutsuzluk durumlarıyla ilgili doğrudan sorumlu olduklarını ifade eder.
Aksi çok tuhaf ve çok trajik olur:
Rahmet, yukarıdan iner…
Merhamet, güçlünün güçsüze sahip çıkışıdır…
Bağışlamak ve affetmek, en yüksektekilerin harcıdır…
Adalet, mazlumun değil güce hükmedenin tarafsızlığından doğar…
Halbuki ‘iyilik’ dediğimiz şey bunlardan biraz farklıdır:
O, -tıpkı mutluluk gibi- yukarıdakinin aşağıdakine verdiği kadar aşağıdakinin de yukarıdakine verebileceği; mal-mülk, güç-iktidar, azınlık-çoğunluk mevzu bahis olmaksızın yoksulun zengine, zenginin yoksula sonsuz defa sunabileceği; üstelik kimin kime zaman ve ne kadar sunacağını önceden asla kestiremeyeceğimiz bir şeydir.
Allah’a şükür ki böyledir…