Bir vaiz, ibadethaneyi dolduran müminlere seslenir, der ki:
-Ey cemaat, bir bilseniz mahşer gününde Allahu Teala, size neler neler soracak. İnanın, en zor soruları ardı ardına soracak da soracak…
Bir köşeye tevazuyla sığınmış derviş, bunun üzerine gülümser ve der ki:
-Hoca, sen de bilirsin ki her şeyi bilen Yüce Yaradanım, kullarına o kadar soru sormaz. Tek soru sorar. O bir soru da sorulabilecek her soruyu içinde taşır: ‘Ey kulum, soluk alıp verdiğin sürece ben hep seninleydim. Söyle, sen kiminleydin?’
***
En büyük sorgu gününde bize gerçekten neyin veya nelerin sorulacağını, o gün nelerin bağışlanıp nelerin bağışlanmayacağını elbette ki El-Müheymîn* bizden iyi bilir.
Bizimki bir nevi kitaba bakıp tahmin yürütmektir.
Ve fakat o büyük hesap gününün öncesinde -eğer fırsat bulabilirsek- bizim de kendi kendimize -hani diyelim ki deneme sınavı mahiyetinde- soracağımız bazı sorular olacaktır.
Olmalıdır ya da…
Mesela:
-Yaşarken başkalarını, bilhassa mazlumları ne kadar düşündük?
Kendimizi evrenin merkezi sanma gafilliğine düştük mü, düşmedik mi?
Ufacık bir dokunuşla hayatlarını baştan sona iyileştirebileceklerimiz vardı.
Onlar için ne yaptık, ne verebildik onlara?
-İnsanları anlamayı ne kadar başardık?
Herkes bir ummân idi; her insan âlem içre âlem idi.
İyi de biz içlerine ne kadar girebildik onların, kaçıyla dertleştik; kaçının sırrına vâkıf, kaçının yarasına merhem olabildik?
Sınırda olan, anlaşıldığı an hayata dönecek olan ne kadar çok insan vardı çevremizde, değil mi?
Peki kaçının elini tutabildik, kaçını ‘bu tarafa’, hayata çekebildik?
-Paylaşmayı ne kadar becerebildik?
Varlıktan ve refahtan, huzurdan ve mutluluktan; bazen de acıdan ve kederden kendi payımıza düşeni başkalarıyla bölüşmeyi başarabildik mi?
Fitre, zekât, kurban eti iyi de bunlara gerçekten ihtiyaç duyanı ararken yeterince yorulduk mu; yoklanmadık dip köşe kalmasın, o ‘en çok muhtaç olan’ eksik kalmasın diye ayrı çaba gösterdik mi?
-Çocuklarımızı ne kadar sevdik?
Hayatı ve medeniyeti onların geliştirebileceğini; geçmişin ve bizim kuşağımızın kusurlarını ancak çocuklarımızın ortadan kaldırabileceğini aklımızda tutabildik mi?
Onları iyi eğittik mi?
-Hayvanları ne kadar sevdik?
Dünyayı sadece kendimizin mi sandık. Ağzı var dili yok dostlarımızın da dünya üzerinde hakları olduğunu bildik mi?
Onlara merhamet gösterdik mi?
-Doğayı; suyu, toprağı, havayı ve bitkileri ne kadar aziz bildik?
Ormanların, göllerin, ırmakların ve tarım alanlarının bize geçmiş kuşakların mirası değil, gelecek kuşaklardan emanet olduğunun farkına varabildik mi?
Her birini aziz bilip onlara hak ettikleri derin saygıyı ve özeni gösterebildik mi?
-Başta ‘bilgi’ olmak üzere, bir eser, bir kültür mirası oluşturabildik mi?
‘Bilgi’, Çin’den daha uzaktaydı; gidip almak için çabaladık mı?
Milletlerin, şirketlerin, okulların, kişilerin birbirleriyle kıyasıya yarıştığı; ama sadece ‘bilenlerin’ öne geçtiği bir dünyada biz, hangi bilgiyi, geleceğe miras bırakabileceğimiz neyi ürettik; kimlerin önüne geçebildik? Bize ait, bizim ürünümüz olan; parmak izimizi taşıyan ve bütün insanlığa armağan ettiğimiz kaç şey var?
Ve mesela…
-Sır tutabildik mi?
Bildiğimiz her şey, her yerde, herkese söylenemezdi; bazı şeyler belki de hiç kimseye söylenmezdi.
Ve yani öyle anlarımız oldu ki kiminin geleceği, kiminin mutluluğu, iyiliği, esenliği; kiminin can güvenliği bütünüyle bizim elimizdeydi.
Hak, hukuk, adalet güzeldir ama; bir de ‘sırdaşlık karinesi’ vardı…
Buna ömür boyu sadık kalabildik mi?
Beraberimizde mezara götüreceğimiz bir sırrımız oldu mu ya da olacak mı?
‘Söz’ dediğimizde sözümüzde durabilecek miyiz?
Ve söz vermeye yüzümüz var mı?
***
Türev, integral, trigonometri, diferansiyel falan hikâye!
Asıl zor sorular işte bu mevzulara değinen sorulardır.
Çünkü bunları cevaplamak beyin kadar -hatta daha fazla- yürek de ister.
*: El-Muheymîn: Allah’ın doksan dokuz adından biri. ‘Her şeyi gören, bilen, her şeye şahitlik eden’ anlamına gelen Arapça sözcük.
-Ey cemaat, bir bilseniz mahşer gününde Allahu Teala, size neler neler soracak. İnanın, en zor soruları ardı ardına soracak da soracak…
Bir köşeye tevazuyla sığınmış derviş, bunun üzerine gülümser ve der ki:
-Hoca, sen de bilirsin ki her şeyi bilen Yüce Yaradanım, kullarına o kadar soru sormaz. Tek soru sorar. O bir soru da sorulabilecek her soruyu içinde taşır: ‘Ey kulum, soluk alıp verdiğin sürece ben hep seninleydim. Söyle, sen kiminleydin?’
***
En büyük sorgu gününde bize gerçekten neyin veya nelerin sorulacağını, o gün nelerin bağışlanıp nelerin bağışlanmayacağını elbette ki El-Müheymîn* bizden iyi bilir.
Bizimki bir nevi kitaba bakıp tahmin yürütmektir.
Ve fakat o büyük hesap gününün öncesinde -eğer fırsat bulabilirsek- bizim de kendi kendimize -hani diyelim ki deneme sınavı mahiyetinde- soracağımız bazı sorular olacaktır.
Olmalıdır ya da…
Mesela:
-Yaşarken başkalarını, bilhassa mazlumları ne kadar düşündük?
Kendimizi evrenin merkezi sanma gafilliğine düştük mü, düşmedik mi?
Ufacık bir dokunuşla hayatlarını baştan sona iyileştirebileceklerimiz vardı.
Onlar için ne yaptık, ne verebildik onlara?
-İnsanları anlamayı ne kadar başardık?
Herkes bir ummân idi; her insan âlem içre âlem idi.
İyi de biz içlerine ne kadar girebildik onların, kaçıyla dertleştik; kaçının sırrına vâkıf, kaçının yarasına merhem olabildik?
Sınırda olan, anlaşıldığı an hayata dönecek olan ne kadar çok insan vardı çevremizde, değil mi?
Peki kaçının elini tutabildik, kaçını ‘bu tarafa’, hayata çekebildik?
-Paylaşmayı ne kadar becerebildik?
Varlıktan ve refahtan, huzurdan ve mutluluktan; bazen de acıdan ve kederden kendi payımıza düşeni başkalarıyla bölüşmeyi başarabildik mi?
Fitre, zekât, kurban eti iyi de bunlara gerçekten ihtiyaç duyanı ararken yeterince yorulduk mu; yoklanmadık dip köşe kalmasın, o ‘en çok muhtaç olan’ eksik kalmasın diye ayrı çaba gösterdik mi?
-Çocuklarımızı ne kadar sevdik?
Hayatı ve medeniyeti onların geliştirebileceğini; geçmişin ve bizim kuşağımızın kusurlarını ancak çocuklarımızın ortadan kaldırabileceğini aklımızda tutabildik mi?
Onları iyi eğittik mi?
-Hayvanları ne kadar sevdik?
Dünyayı sadece kendimizin mi sandık. Ağzı var dili yok dostlarımızın da dünya üzerinde hakları olduğunu bildik mi?
Onlara merhamet gösterdik mi?
-Doğayı; suyu, toprağı, havayı ve bitkileri ne kadar aziz bildik?
Ormanların, göllerin, ırmakların ve tarım alanlarının bize geçmiş kuşakların mirası değil, gelecek kuşaklardan emanet olduğunun farkına varabildik mi?
Her birini aziz bilip onlara hak ettikleri derin saygıyı ve özeni gösterebildik mi?
-Başta ‘bilgi’ olmak üzere, bir eser, bir kültür mirası oluşturabildik mi?
‘Bilgi’, Çin’den daha uzaktaydı; gidip almak için çabaladık mı?
Milletlerin, şirketlerin, okulların, kişilerin birbirleriyle kıyasıya yarıştığı; ama sadece ‘bilenlerin’ öne geçtiği bir dünyada biz, hangi bilgiyi, geleceğe miras bırakabileceğimiz neyi ürettik; kimlerin önüne geçebildik? Bize ait, bizim ürünümüz olan; parmak izimizi taşıyan ve bütün insanlığa armağan ettiğimiz kaç şey var?
Ve mesela…
-Sır tutabildik mi?
Bildiğimiz her şey, her yerde, herkese söylenemezdi; bazı şeyler belki de hiç kimseye söylenmezdi.
Ve yani öyle anlarımız oldu ki kiminin geleceği, kiminin mutluluğu, iyiliği, esenliği; kiminin can güvenliği bütünüyle bizim elimizdeydi.
Hak, hukuk, adalet güzeldir ama; bir de ‘sırdaşlık karinesi’ vardı…
Buna ömür boyu sadık kalabildik mi?
Beraberimizde mezara götüreceğimiz bir sırrımız oldu mu ya da olacak mı?
‘Söz’ dediğimizde sözümüzde durabilecek miyiz?
Ve söz vermeye yüzümüz var mı?
***
Türev, integral, trigonometri, diferansiyel falan hikâye!
Asıl zor sorular işte bu mevzulara değinen sorulardır.
Çünkü bunları cevaplamak beyin kadar -hatta daha fazla- yürek de ister.
*: El-Muheymîn: Allah’ın doksan dokuz adından biri. ‘Her şeyi gören, bilen, her şeye şahitlik eden’ anlamına gelen Arapça sözcük.