Herkesin bir hikâyesi var...
Her gün birlikte çalıştığımız, iş yerine aynı saatlerde girip çıktığımız, varlığını ve üslubunu usul usul kanıksadığımız, ‘hep orada, yanı başımızda olduğu için’ bir çeşit körlük içinde yitirdiğimiz, görmezden geldiğimiz veya gerçekten göremediğimiz insanların da pek tabii hikâyeleri vardır…
O hikâyeler birbirinden ilginç...
Onların kimi yoktan var oluşun, kimi tepeden dibe vuruşun, kimi ayakta durabilmek için çırpınışın, kimi insan onurunu destansı biçimde savunuşun, kimi pike ve kimi de pik yapışın; kimi etiğin, kimi ahlakın, kimi vicdanın ve kimi de alçalışın, küçülüşün, kaybolup gidişin hikâyesidir.
İyi yönetici, iyi insan, iyi çalışan, iyi kurumdaş, iyi dost, iyi sırdaş olmanın yolu, işte o hikâyelerin farkına varmaktan geçiyor.
Ama kim durup uğraşır ki böyle ince ayrıntılarla?
Kimin hikâyelere ayıracak vakti var ki artık?
Yemekler, fastfood…
En gözde rotalar, olabildiğince kestirme…
İlişkiler, anlık…
Mutlu zamanlarımız, kısacık…
Hayat desen o zaten fragman…
Şimdi trend bu!
Her şey daha hızlı olup bitsin, her şey daha kısa sürsün, herkes anlatacağını çabucak anlatsın, herkes meramını kısacık bir özete hatta mümkünse bir postite sığdırsın, hayat kitabındaki bütün cümlelerin bütün nokta noktalı bölümleri göz açıp kapayıncaya kadar dolsun, her şey çarçabuk tamamlansın ve daha ilk sayfayı çevirdiğimizde karşımıza bir büyük beyaz boşluk çıksın, onun da tam ortasında büyük koyu puntolarla ‘mutlu son’ yazsın istiyoruz…
Halbuki o kadar kısa değil hikâyeler.
Hiçbir şey o kadar basit değil.
Bazı şeyler karmakarışık, bazı hikâyeler doğal olarak uzun…
Buzdolabının kapağına magnetle tutuşturacağımız ufacık bir postite sığmıyor meramımız.
Öte yandan…
Anlatan bulunur, hatta dinlesek herkes uzun uzun anlatmaya hazırdır; ama kim dinleyecek ki bunca uzun anlatıyı?
Uzun hikâyeleri dinleyecek kadar zamanı olan var mı?
***
Ne olursa olsun…
Genellikle çok yorucu, bazen de çok yıkıcı, yıpratıcı da olsa ben çok severim dinlemeyi. Daha doğrusu elimden geldiğince dinlemeye çalışırım insanları:
Mesela yaşını başını almıştır biri.
Bütün iyi kitapları okumuş gibidir ve şimdi yuvadan uçup gitmiş çocukların efkârı çökmüştür omzuna. Anlatmak ister torunlarıyla ne kadar az görüştüğünü, hasretini, onun için hayata yeniden var gücüyle asıldığını.
Onu dinlerim…
Hikâyesinin bir yeri, benim hikâyeme benzer.
Tam oraya dikkat kesilirim…
Mesela yarım kalmıştır birinin saadeti.
Bütün kayıplar, bütün ihanetler, bütün aldanışlar onun başından geçmiş gibidir. Halbuki sonunda ayağa kalkabildiğimiz sürece çöküşün biriyle onu arasında hiç fark yoktur. Dipten daha aşağısı yoktur yani. Dinlediğim kişinin kötü bir yazgıyı hiç de hak etmeyen bir güzelliği ve gizemi vardır.
Ve yani ‘Güzelin şansı olmaz’ dendiği kadardır…
Ama dinlediğim hikâyenin bir yerinde, gizli bir kuytuda öyle bir ışık yanar ki... İnceden, mum alevi gibidir ve fakat yeter ki istesin, yeniden tutuşturabilir her şeyi…
Dinlerim…
İşte dünyadaki bütün ümitlere bedel o ışık, anlatan kadar benim için de önemlidir!
Mesela gençlik ateşi yakar kavurur birini.
Hayaller, idealler, umutlar, sorular, kaygılar iç içe geçmiştir o hikâyede.
Ve fakat umut her şeyden çok daha yoğundur, çok masiftir; her şeyin önüne geçer gençlerin beyninde.
Zaten öyle olmalı !
Öyle olmayan bütün hikâyeler silinip yeniden yazılmalı…
Dinlerim o hikâyeleri…
Orada, cümlelerin birbirine bağlandığı kavşakta umudu ve geleceğin ışığını görünce çok sevinirim.
Yorgunluğum biter…
***
Hayat çok tuhaf, çok…
Delicesine çabalar insanları kendimize inandırırız, sonra aldatırız; sonra biz bir başkasına inanırız ve aldatılırız. Adalet işte…
Sahip olduğumuz her şeyi feda eder, hiç sahip olamayacaklarımızın peşinden koşarız; hiç sahip olamayacaklarımızı hayal etmezsek de burnumuzun dibindekine sahip olmak bile hayal olur bizim için. Adalet, böyle bir şey…
Başlarız, biter, ders alırız…
Sonra her şey yeniden başlar; ama aldığımız ders hiçbir işe yaramaz, karşılaştığımız senaryo bambaşkadır.
Özetle; hikâyeler hayatı anlatmaz da sanki hayat o hikâyelerin arasında geçer, onların arasında biçim alır.
Belki de bu en iyisidir.
Her gün birlikte çalıştığımız, iş yerine aynı saatlerde girip çıktığımız, varlığını ve üslubunu usul usul kanıksadığımız, ‘hep orada, yanı başımızda olduğu için’ bir çeşit körlük içinde yitirdiğimiz, görmezden geldiğimiz veya gerçekten göremediğimiz insanların da pek tabii hikâyeleri vardır…
O hikâyeler birbirinden ilginç...
Onların kimi yoktan var oluşun, kimi tepeden dibe vuruşun, kimi ayakta durabilmek için çırpınışın, kimi insan onurunu destansı biçimde savunuşun, kimi pike ve kimi de pik yapışın; kimi etiğin, kimi ahlakın, kimi vicdanın ve kimi de alçalışın, küçülüşün, kaybolup gidişin hikâyesidir.
İyi yönetici, iyi insan, iyi çalışan, iyi kurumdaş, iyi dost, iyi sırdaş olmanın yolu, işte o hikâyelerin farkına varmaktan geçiyor.
Ama kim durup uğraşır ki böyle ince ayrıntılarla?
Kimin hikâyelere ayıracak vakti var ki artık?
Yemekler, fastfood…
En gözde rotalar, olabildiğince kestirme…
İlişkiler, anlık…
Mutlu zamanlarımız, kısacık…
Hayat desen o zaten fragman…
Şimdi trend bu!
Her şey daha hızlı olup bitsin, her şey daha kısa sürsün, herkes anlatacağını çabucak anlatsın, herkes meramını kısacık bir özete hatta mümkünse bir postite sığdırsın, hayat kitabındaki bütün cümlelerin bütün nokta noktalı bölümleri göz açıp kapayıncaya kadar dolsun, her şey çarçabuk tamamlansın ve daha ilk sayfayı çevirdiğimizde karşımıza bir büyük beyaz boşluk çıksın, onun da tam ortasında büyük koyu puntolarla ‘mutlu son’ yazsın istiyoruz…
Halbuki o kadar kısa değil hikâyeler.
Hiçbir şey o kadar basit değil.
Bazı şeyler karmakarışık, bazı hikâyeler doğal olarak uzun…
Buzdolabının kapağına magnetle tutuşturacağımız ufacık bir postite sığmıyor meramımız.
Öte yandan…
Anlatan bulunur, hatta dinlesek herkes uzun uzun anlatmaya hazırdır; ama kim dinleyecek ki bunca uzun anlatıyı?
Uzun hikâyeleri dinleyecek kadar zamanı olan var mı?
***
Ne olursa olsun…
Genellikle çok yorucu, bazen de çok yıkıcı, yıpratıcı da olsa ben çok severim dinlemeyi. Daha doğrusu elimden geldiğince dinlemeye çalışırım insanları:
Mesela yaşını başını almıştır biri.
Bütün iyi kitapları okumuş gibidir ve şimdi yuvadan uçup gitmiş çocukların efkârı çökmüştür omzuna. Anlatmak ister torunlarıyla ne kadar az görüştüğünü, hasretini, onun için hayata yeniden var gücüyle asıldığını.
Onu dinlerim…
Hikâyesinin bir yeri, benim hikâyeme benzer.
Tam oraya dikkat kesilirim…
Mesela yarım kalmıştır birinin saadeti.
Bütün kayıplar, bütün ihanetler, bütün aldanışlar onun başından geçmiş gibidir. Halbuki sonunda ayağa kalkabildiğimiz sürece çöküşün biriyle onu arasında hiç fark yoktur. Dipten daha aşağısı yoktur yani. Dinlediğim kişinin kötü bir yazgıyı hiç de hak etmeyen bir güzelliği ve gizemi vardır.
Ve yani ‘Güzelin şansı olmaz’ dendiği kadardır…
Ama dinlediğim hikâyenin bir yerinde, gizli bir kuytuda öyle bir ışık yanar ki... İnceden, mum alevi gibidir ve fakat yeter ki istesin, yeniden tutuşturabilir her şeyi…
Dinlerim…
İşte dünyadaki bütün ümitlere bedel o ışık, anlatan kadar benim için de önemlidir!
Mesela gençlik ateşi yakar kavurur birini.
Hayaller, idealler, umutlar, sorular, kaygılar iç içe geçmiştir o hikâyede.
Ve fakat umut her şeyden çok daha yoğundur, çok masiftir; her şeyin önüne geçer gençlerin beyninde.
Zaten öyle olmalı !
Öyle olmayan bütün hikâyeler silinip yeniden yazılmalı…
Dinlerim o hikâyeleri…
Orada, cümlelerin birbirine bağlandığı kavşakta umudu ve geleceğin ışığını görünce çok sevinirim.
Yorgunluğum biter…
***
Hayat çok tuhaf, çok…
Delicesine çabalar insanları kendimize inandırırız, sonra aldatırız; sonra biz bir başkasına inanırız ve aldatılırız. Adalet işte…
Sahip olduğumuz her şeyi feda eder, hiç sahip olamayacaklarımızın peşinden koşarız; hiç sahip olamayacaklarımızı hayal etmezsek de burnumuzun dibindekine sahip olmak bile hayal olur bizim için. Adalet, böyle bir şey…
Başlarız, biter, ders alırız…
Sonra her şey yeniden başlar; ama aldığımız ders hiçbir işe yaramaz, karşılaştığımız senaryo bambaşkadır.
Özetle; hikâyeler hayatı anlatmaz da sanki hayat o hikâyelerin arasında geçer, onların arasında biçim alır.
Belki de bu en iyisidir.