Nohut ve yeşil mercimeğin ithal olduğunu Canan Karatay’ın uyarısı ile fark etmiştim. Tarımda kendine yeten 7 ülkeden, tarım ürünü ithal eden ülke konumuna düşmenin bir sebebi olmalıydı. Önce Dünya Bankasının destek ve önerisiyle tarım arazilerine destek politikası uygulandı. Arazi sahipleri tapuyu gösterip parayı cebe indiriyorlardı.
İşin yanlışlığı, arazilerin büyük bölümünün boşa yatması, tarım ürünlerinde üretimin düşmesi ile fark edebildik. Ardından Tarım Bakanlığı, ürün bazlı destekler vermeye başladı. Görülen şu ki, bu destekler yeterli gelmiyor. Tarım kesiminden kopan feryat, tarımda kullanılan girdilerin pahalı olduğunu, çiftçinin ektiği ürünün, beslediği hayvanın karşılığını alamadığı yönündeydi. Uzun yıllar izlenen ithal politikalarıyla et fiyatları sabit tutulurken, ambar kurudu; şimdi bunun acısını yaşıyoruz. Tarımda önemli bir sorunu hibrit, yani kısır tohum oluşturuyor.
İşin özetini Mahfi Eğilmez hoca şu cümlelerle yapıyor; “Tarımı öylesine ihmal edip öylesine yanlış işler yaptık ki bu toprakların temel ürünlerinden olan mercimek ve nohutu karlar altındaki Kanada’dan ithal eder olduk. Bütün dünya tarıma inanılmaz destekler verirken biz destekleri ya kaldırdık ya da azalttık. Hatta Dünya Bankası’nın önerilerine inanıp doğrudan gelir desteği vererek çiftçilik yapan insanlarımızı tarımdan uzaklaştırıp kentlere taşıdık. Oysa Kanada, tarımı desteklemeye devam etti. Çiftçilik yapacak, tarımla uğraşacak olanlara toprak tahsis etti, maddi destek verdi. Mercimek ve nohutu orada yetiştirip bize satmaya başladılar. Sonuçta biz ihraç edeceğimiz mercimek ve nohutu ithal eder duruma geldik, kendi çiftçimize TL ile vermediğimiz desteği Kanada’ya dövizle verir olduk. Özetle Tantalus’un meyve ağaçlarıyla dolu bir havuzda meyve yiyememesi gibi bir duruma soktuk kendimizi.
Şimdilik Tantalus’tan farkımız sularımızı içebiliyor olmamız. Ne var ki yalan yanlış bir yapılaşmayla sularımızı öylesine kirletiyor ve hor kullanıyoruz ki yakında içme suyunu da ithal eder konuma gelebiliriz. O zaman Tantalus’tan bir farkımız kalmaz.
Bu iki mitoloji öyküsünün uyarlanmasından iki sonuç çıkar (kıssadan hisse): (1) Yapısal reformlar, sürekli tekrarlanan ve sonuç vermeyen çabaların bir sonuca ulaşmasını sağlayabilir. (2) Tarım politikamızı değiştirip düzeltmez ve çevreyi kirletmeye devam edersek yiyecek, içecek bulmakta zorlanırız.”
Mahfi Eğilmez hoca bir uyarı daha yapıyor; diyor ki:
“Tarım ve hayvancılık politikanız yanlışsa ister istemez satış aşamasında müdahale etmek zorunda kalırsınız ve sistem zincirleme bozulur. Piyasadaki sıkıntıların fiyatlara müdahale yoluyla çözülmeye çalışılması yerine üretimin artırılmasına dönük önlemlerle çözülmeye çalışılması hem fiyat ve piyasa mekanizmasının zedelenmesini hem de karaborsa doğmasını önler.”
Türkiye, biran önce bu sarmaldan çıkıp, tarım ve hayvancılığa gerekli önemi vermek zorundadır. Kendine yeten ülke olamamanın en büyük kaybı gıdanın dünyada stratejik hal almasıdır. Yani, ya üretimi destekleyeceksiniz veya aç kalacaksınız.
İşin yanlışlığı, arazilerin büyük bölümünün boşa yatması, tarım ürünlerinde üretimin düşmesi ile fark edebildik. Ardından Tarım Bakanlığı, ürün bazlı destekler vermeye başladı. Görülen şu ki, bu destekler yeterli gelmiyor. Tarım kesiminden kopan feryat, tarımda kullanılan girdilerin pahalı olduğunu, çiftçinin ektiği ürünün, beslediği hayvanın karşılığını alamadığı yönündeydi. Uzun yıllar izlenen ithal politikalarıyla et fiyatları sabit tutulurken, ambar kurudu; şimdi bunun acısını yaşıyoruz. Tarımda önemli bir sorunu hibrit, yani kısır tohum oluşturuyor.
İşin özetini Mahfi Eğilmez hoca şu cümlelerle yapıyor; “Tarımı öylesine ihmal edip öylesine yanlış işler yaptık ki bu toprakların temel ürünlerinden olan mercimek ve nohutu karlar altındaki Kanada’dan ithal eder olduk. Bütün dünya tarıma inanılmaz destekler verirken biz destekleri ya kaldırdık ya da azalttık. Hatta Dünya Bankası’nın önerilerine inanıp doğrudan gelir desteği vererek çiftçilik yapan insanlarımızı tarımdan uzaklaştırıp kentlere taşıdık. Oysa Kanada, tarımı desteklemeye devam etti. Çiftçilik yapacak, tarımla uğraşacak olanlara toprak tahsis etti, maddi destek verdi. Mercimek ve nohutu orada yetiştirip bize satmaya başladılar. Sonuçta biz ihraç edeceğimiz mercimek ve nohutu ithal eder duruma geldik, kendi çiftçimize TL ile vermediğimiz desteği Kanada’ya dövizle verir olduk. Özetle Tantalus’un meyve ağaçlarıyla dolu bir havuzda meyve yiyememesi gibi bir duruma soktuk kendimizi.
Şimdilik Tantalus’tan farkımız sularımızı içebiliyor olmamız. Ne var ki yalan yanlış bir yapılaşmayla sularımızı öylesine kirletiyor ve hor kullanıyoruz ki yakında içme suyunu da ithal eder konuma gelebiliriz. O zaman Tantalus’tan bir farkımız kalmaz.
Bu iki mitoloji öyküsünün uyarlanmasından iki sonuç çıkar (kıssadan hisse): (1) Yapısal reformlar, sürekli tekrarlanan ve sonuç vermeyen çabaların bir sonuca ulaşmasını sağlayabilir. (2) Tarım politikamızı değiştirip düzeltmez ve çevreyi kirletmeye devam edersek yiyecek, içecek bulmakta zorlanırız.”
Mahfi Eğilmez hoca bir uyarı daha yapıyor; diyor ki:
“Tarım ve hayvancılık politikanız yanlışsa ister istemez satış aşamasında müdahale etmek zorunda kalırsınız ve sistem zincirleme bozulur. Piyasadaki sıkıntıların fiyatlara müdahale yoluyla çözülmeye çalışılması yerine üretimin artırılmasına dönük önlemlerle çözülmeye çalışılması hem fiyat ve piyasa mekanizmasının zedelenmesini hem de karaborsa doğmasını önler.”
Türkiye, biran önce bu sarmaldan çıkıp, tarım ve hayvancılığa gerekli önemi vermek zorundadır. Kendine yeten ülke olamamanın en büyük kaybı gıdanın dünyada stratejik hal almasıdır. Yani, ya üretimi destekleyeceksiniz veya aç kalacaksınız.