Sayın Prof.Dr. Ziya Selçuk’un 10 Temmuz 2018’de Bakan olarak atanmasından bugüne Milli Eğitim sisteminde güçlü ve hissedilir bir ‘değişim ve yenileşim’ söylemi egemen.
Bu, kimilerine göre gittikçe güçlenen, derine inen; kimilerine göre ise gittikçe sönükleşen, teoriyle kısıtlı kalan bir trend.
Ama grafiği ne yönde olursa olsun kuşkusuz ‘var olan bir durum’:
Bütün bunlar, güçlü ve hissedilir şeyler.
Ve bunların daha önce ‘devrim’ olarak takdim edilen ‘içeriği zayıf rötuş düzeyindeki hamlelerle’ karşılaştırılacak ve dolayısıyla hafife alınacak projeler olmadıkları apaçık ortada.
Bugün, on binlerce parçadan oluşan dev bir puzzle üzerinde çalışılıyor.
Böyle bir psikolojik ortamda, ilerleyen projeleri yavaşlatabilecek her girişim, hangi odaktan gelirse gelsin çok büyük vebal doğurur:
Bunlar, daha doğrusu bunlardan kaynaklanabilecek muhtemel başarısızlık, şimdiki zamanın sonrasında çok uzun sürecek bir düşkırıklığı ve bürokratik resesyon (durgunluk) dönemi doğurur.
‘Değişim’ söylemi lügatten sürgün edilir, dışlanır!
En büyük tehlike de işte bu olur!
Böyleyken; eğitime ayrılan bütçeyi alt üst edecek ve bugün en efektif noktalara odaklandığını düşündüğümüz ilgiyi sulandıracak öneriler geliştirme niyetinde olamayız.
Kimse olmamalı…
Ve fakat bununla birlikte…
‘Sosyal devletin’ eğitim alanındaki varlığını topluma hissettirecek ve bu bağlamda güven doğuracak girişimlerin tam da şimdi, ‘değişimin nedenlerine ve nasıllarına odaklanmışken’ cesaretle dile getirilmesi gerekiyor.
Özel öğretim kurumlarını ve bu bağlamda sosyal devletin bu kurumlarda öğrenim gören öğrencilere karşı sorumluluklarını düşünmek, dikkatlice ele alınmalı. Keza; Sayın Prof.Dr. Ziya Selçuk’un öncülük ettiği reformları birer fizibilite laboratuvarı gibi sahaya, hızlıca aktarabilecek ve projeleri birer lokomotif gibi sürükleyebilecek ‘nitelikli özel öğretim kurumlarının’ bugünkü sosyo-ekonomik koşullarda ayakta kalıp güçlenebilmeleri, bireylere ve topluma dönük misyonlarını yerine getirebilmeleri, ilk bölümde ayrıntılarını özetlediğimiz değişim reaksiyonunun kısa sürede okullara yansıyacak somut ürünler verebilmesiyle de -dolayısıyla şimdiki köklü reform girişimine yönelik siyasal ve toplumsal desteğin sürmesiyle de- çok yakından ilgili.
Buraya kadar hep Sayın Bakan’a ve MEB’e atıfta bulunmuş olsak da esasen sorumluluk sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve sadece Sayın Bakan’ın değil; sorumluluk, bütün kurumlarıyla birlikte devletin.
Sorumluluk, ‘sosyal bir hukuk devleti’ olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumluluğu…
Ve kuşkusuz ‘Türkiye’de öğrenci başında düşen devlet harcaması standart miktarının belirlenerek bu miktarın her bir öğrenci için adil biçimde kullanılacağı bir burslandırma sisteminin kurulması’, özel öğretim kurumlarında eğitim-öğretim görmeyi tercih etmiş öğrencilere ya da çocuklarını özel öğretim kurumlarında okutmayı seçmiş velilere karşı devletin başlıca sorumluluklarından biridir.
Öte yandan özel okullarda okuyan öğrenciler için uygulanan ve halk arasında ‘Teşvik Ödemesi’ olarak ifade edilen devlet desteğine yeni eğitim-öğretim yılında başvuru kabul edilmeyecek olması; geçmişte bu hakkı kazanmış öğrenciler içinse okumakta oldukları okul bitince teşvik ödemesinin de bitecek olması -dolayısıyla bu özgün burs sisteminin kademeli olarak bitirilmesi- henüz kararlaştırılmışken daha kapsamlı bir desteğin gerekliliğinden söz etmek ne kadar kabul görür, bunu elbette bilemeyiz.
Ama sorun birilerinin bizim önerimizi kabul edip etmemesinden daha çok, başta da vurgulamaya çalıştığım gibi, hukukla, adaletle ve sosyal devletin misyonuyla ilgili bir sorun.
***
Şimdi bazı ayrıntılara biraz daha yakından bakalım:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2018 yılı bütçesinin görüşüldüğü dönemde, tam olarak 2017 yılı Aralık ayının ortalarında, bir sivil toplum kuruluşu olan Eğitim Reformu Girişimi (ERG), biçimlendirilmeye çalışılan bütçeyi değerlendirmiş ve çıkarsamalarını, önerilerini bir rapor ile kamuoyuna açıklamıştı.
ERG’nin söz konusu raporunda, 2018 yılı Milli Eğitim bütçesi olarak öngörülen 92 milyar 528 milyon 652 bin TL’nin içeriğinde ‘öğrenci başına düşen payın 12 bin 707 TL olduğu’ bilgisine yer verilmişti. Gerçi okullar ve programlar bağlamında bu rakamda nisbi değişiklikler olabiliyor, söz gelimi bu 12 bin 707 TL’lik pay her bir İmam Hatip öğrencisinin payına düşen miktarı ifade ederken herhangi bir Fen Lisesi öğrencisinin payına düşen miktar bundan daha az olabiliyor. Okullarda uygulanan programların farklılığından ötürü böyle bir farkın oluşmasını doğal karşılayabiliriz.
Zaten esas sorun da bu küçük ve doğal farklılıklar değil. Sorun, devletin veya devlet organizasyonu adına Milli Eğitim Bakanlığı’nın özel öğretim kurumlarındaki öğrencileri de hak ettikleri bütçe payından nasıl yararlandıracağı.
Ya da yararlandırıp yararlandırmayacağı…
İşte bu noktada karşımıza ‘Öğrenimini özel okulda sürdüren öğrencilere karşı ‘sosyal devletin’ sorumluluğu nedir?’ sorusu çıkıyor.
Bu soruya tek başına yanıt verebilecek biri olmadığını düşünüyorum. Yanıt verebilecek kimseler politikacılardır, bürokratlardır, hukukçulardır, sivil toplum örgütleridir, özel öğretim kurumlarıdır, eğitimcilerdir, bu kurumların kurucularıdır, bu kurumlara müracaat edip hizmet satın alan velilerdir ve liste uzar, mutlaka başka kimseler de vardır.
Peki, ne yapılabilir?
Benim bir eğitimci ama daha çok sade bir yurttaş olarak bu bağlamda kendi adıma dile getireceğim öneri -dolayısıyla ’Ne yapılabilir?’ sorusuna yanıtım- şudur:
Devlet, özel öğretim kurumlarının öğrencilerinin her birinin payına düşen bütçe dilimini, ister devlet okulunda ister özel okulda okusun, o öğrencinin yıllık eğitim harcamalarına somut ve efektif biçimde mutlaka yansıtmalıdır. Bunu sağlamalıdır.
Özel sektörü ve velileri kaderleriyle baş başa bırakmamalıdır.
Bugün kelimenin tam anlamıyla ‘koşullara meydan okuyan’ okullar ile vergisini ödeyip ülkesine karşı bütün sorumluluklarını yerine getiren veliler, tıpkı çocuğunu devlet okulunda okutan veliler gibi, herhangi hak kaybına uğramamalı; onlar da bütçeden çocuklarının payına düşen miktarı -diyelim ki 2018 yılı rakamlarıyla 12 bin 707 TL’lik payı veya belki biraz daha rasyonalize edilmiş bir miktarı- ‘gerçekten kullanılan, hayatlarına yansıyan’ bir somut destek olarak görebilmelidir.
Sosyal devletin bir gereği olarak.
Adaletli bir paylaşım için.
Ve tabii dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer aldığını düşündüğümüz bir ülkenin geleceği için…
İşte bu bağlamda;
Bunu başarablirsek sosyal devletin tezahürünü ve toplumsal adalet açısından zaten gerekli olan daha adil bir paradigmayı gerçekleştirmiş oluruz.
Milli Eğitim’in gerçekleştirdiği reformlar, böylesi yeni bir yaklaşım çerçevesinde daha geniş bir zemine yayılabilir.
Bu noktada birileri ‘Çok güzel anlatıyorsun ama ya bütçe?’ diyecektir.
‘İnovasyon Çemberi’nin yazarı Stanford Üniversitesi’nden Profesör Tom Peters diyor ki ‘İşleriniz iyi gidiyorsa eğitim bütçesini iki katına çıkarın, kötü gidiyorsa dört katına…’
Yeterince açık değil mi?
Peters’dan farklı olarak ben önerimi herhangi bir kurum adına öne sürmüyorum, böyle bir niyetim de yetkim de yok; ama 27 yıllık meslek yaşamının bir bölümünü devlette, bir bölümünü özel öğretim kurumlarında geçirmiş -iki tarafın da hem sorunlarını hem çıkış yollarını gözlemleyebilmiş- bir eğitimci olarak böyle bir önerinin kabul görmesi durumunda doğabilecek o çok bereketli çözümsel yaklaşımları öngörebiliyorum. O yaklaşımlar, hem ekonomik türbülans içinde çıkış arayan özel okullar ile özel okul velileri açısından hem de reformlarını somutlaştırabilecek güçlü lokomotiflere, model oluşturacak gelişkin, köklü, yeni nesil özel okullara gereksinim duyan Milli Eğitim açısından iki taraflı bir ‘kazan-kazan durumu’ doğurur diye düşünüyorum.
Bu, kimilerine göre gittikçe güçlenen, derine inen; kimilerine göre ise gittikçe sönükleşen, teoriyle kısıtlı kalan bir trend.
Ama grafiği ne yönde olursa olsun kuşkusuz ‘var olan bir durum’:
- Tanımlanan yeni eğitim modeli…
- Yenilenmesi öngörülen müfredatlar…
- Okullların duvarlarını yıkacak ve öğrencileri dışarıdaki hayatla buluşturacak yeni bir zaman çizelgesi tasavvuru…
- Okulun akademik boyutuyla, kurslarla ve etütlerle ilgili yeni bir vizyon oluşturma girişimi…
- Hazırlıklanan yeni müfredatların ölçme-değerlendirmesini yapabilecek daha gerçekçi ve ‘elemeye değil, birikim ve yetenekleri sınıflandırmaya odaklı bir ulusal sınav sistemi’ oluşturma çabası…
- Kodlarını adım adım çözmeye başladığımız atama, hizmet içi eğitim ve terfi sistemi…
Bütün bunlar, güçlü ve hissedilir şeyler.
Ve bunların daha önce ‘devrim’ olarak takdim edilen ‘içeriği zayıf rötuş düzeyindeki hamlelerle’ karşılaştırılacak ve dolayısıyla hafife alınacak projeler olmadıkları apaçık ortada.
Bugün, on binlerce parçadan oluşan dev bir puzzle üzerinde çalışılıyor.
Böyle bir psikolojik ortamda, ilerleyen projeleri yavaşlatabilecek her girişim, hangi odaktan gelirse gelsin çok büyük vebal doğurur:
- Karamsarlık yaymak…
- Politik tercihleri önyargılara dönüştürmek, engeller doğurmak…
- Bütçeye dayalı ve krize sığınan bahaneler üretmek…
Bunlar, daha doğrusu bunlardan kaynaklanabilecek muhtemel başarısızlık, şimdiki zamanın sonrasında çok uzun sürecek bir düşkırıklığı ve bürokratik resesyon (durgunluk) dönemi doğurur.
‘Değişim’ söylemi lügatten sürgün edilir, dışlanır!
En büyük tehlike de işte bu olur!
Böyleyken; eğitime ayrılan bütçeyi alt üst edecek ve bugün en efektif noktalara odaklandığını düşündüğümüz ilgiyi sulandıracak öneriler geliştirme niyetinde olamayız.
Kimse olmamalı…
Ve fakat bununla birlikte…
‘Sosyal devletin’ eğitim alanındaki varlığını topluma hissettirecek ve bu bağlamda güven doğuracak girişimlerin tam da şimdi, ‘değişimin nedenlerine ve nasıllarına odaklanmışken’ cesaretle dile getirilmesi gerekiyor.
Özel öğretim kurumlarını ve bu bağlamda sosyal devletin bu kurumlarda öğrenim gören öğrencilere karşı sorumluluklarını düşünmek, dikkatlice ele alınmalı. Keza; Sayın Prof.Dr. Ziya Selçuk’un öncülük ettiği reformları birer fizibilite laboratuvarı gibi sahaya, hızlıca aktarabilecek ve projeleri birer lokomotif gibi sürükleyebilecek ‘nitelikli özel öğretim kurumlarının’ bugünkü sosyo-ekonomik koşullarda ayakta kalıp güçlenebilmeleri, bireylere ve topluma dönük misyonlarını yerine getirebilmeleri, ilk bölümde ayrıntılarını özetlediğimiz değişim reaksiyonunun kısa sürede okullara yansıyacak somut ürünler verebilmesiyle de -dolayısıyla şimdiki köklü reform girişimine yönelik siyasal ve toplumsal desteğin sürmesiyle de- çok yakından ilgili.
Buraya kadar hep Sayın Bakan’a ve MEB’e atıfta bulunmuş olsak da esasen sorumluluk sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve sadece Sayın Bakan’ın değil; sorumluluk, bütün kurumlarıyla birlikte devletin.
Sorumluluk, ‘sosyal bir hukuk devleti’ olan Türkiye Cumhuriyeti’nin sorumluluğu…
Ve kuşkusuz ‘Türkiye’de öğrenci başında düşen devlet harcaması standart miktarının belirlenerek bu miktarın her bir öğrenci için adil biçimde kullanılacağı bir burslandırma sisteminin kurulması’, özel öğretim kurumlarında eğitim-öğretim görmeyi tercih etmiş öğrencilere ya da çocuklarını özel öğretim kurumlarında okutmayı seçmiş velilere karşı devletin başlıca sorumluluklarından biridir.
Öte yandan özel okullarda okuyan öğrenciler için uygulanan ve halk arasında ‘Teşvik Ödemesi’ olarak ifade edilen devlet desteğine yeni eğitim-öğretim yılında başvuru kabul edilmeyecek olması; geçmişte bu hakkı kazanmış öğrenciler içinse okumakta oldukları okul bitince teşvik ödemesinin de bitecek olması -dolayısıyla bu özgün burs sisteminin kademeli olarak bitirilmesi- henüz kararlaştırılmışken daha kapsamlı bir desteğin gerekliliğinden söz etmek ne kadar kabul görür, bunu elbette bilemeyiz.
Ama sorun birilerinin bizim önerimizi kabul edip etmemesinden daha çok, başta da vurgulamaya çalıştığım gibi, hukukla, adaletle ve sosyal devletin misyonuyla ilgili bir sorun.
***
Şimdi bazı ayrıntılara biraz daha yakından bakalım:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2018 yılı bütçesinin görüşüldüğü dönemde, tam olarak 2017 yılı Aralık ayının ortalarında, bir sivil toplum kuruluşu olan Eğitim Reformu Girişimi (ERG), biçimlendirilmeye çalışılan bütçeyi değerlendirmiş ve çıkarsamalarını, önerilerini bir rapor ile kamuoyuna açıklamıştı.
ERG’nin söz konusu raporunda, 2018 yılı Milli Eğitim bütçesi olarak öngörülen 92 milyar 528 milyon 652 bin TL’nin içeriğinde ‘öğrenci başına düşen payın 12 bin 707 TL olduğu’ bilgisine yer verilmişti. Gerçi okullar ve programlar bağlamında bu rakamda nisbi değişiklikler olabiliyor, söz gelimi bu 12 bin 707 TL’lik pay her bir İmam Hatip öğrencisinin payına düşen miktarı ifade ederken herhangi bir Fen Lisesi öğrencisinin payına düşen miktar bundan daha az olabiliyor. Okullarda uygulanan programların farklılığından ötürü böyle bir farkın oluşmasını doğal karşılayabiliriz.
Zaten esas sorun da bu küçük ve doğal farklılıklar değil. Sorun, devletin veya devlet organizasyonu adına Milli Eğitim Bakanlığı’nın özel öğretim kurumlarındaki öğrencileri de hak ettikleri bütçe payından nasıl yararlandıracağı.
Ya da yararlandırıp yararlandırmayacağı…
İşte bu noktada karşımıza ‘Öğrenimini özel okulda sürdüren öğrencilere karşı ‘sosyal devletin’ sorumluluğu nedir?’ sorusu çıkıyor.
Bu soruya tek başına yanıt verebilecek biri olmadığını düşünüyorum. Yanıt verebilecek kimseler politikacılardır, bürokratlardır, hukukçulardır, sivil toplum örgütleridir, özel öğretim kurumlarıdır, eğitimcilerdir, bu kurumların kurucularıdır, bu kurumlara müracaat edip hizmet satın alan velilerdir ve liste uzar, mutlaka başka kimseler de vardır.
Peki, ne yapılabilir?
Benim bir eğitimci ama daha çok sade bir yurttaş olarak bu bağlamda kendi adıma dile getireceğim öneri -dolayısıyla ’Ne yapılabilir?’ sorusuna yanıtım- şudur:
Devlet, özel öğretim kurumlarının öğrencilerinin her birinin payına düşen bütçe dilimini, ister devlet okulunda ister özel okulda okusun, o öğrencinin yıllık eğitim harcamalarına somut ve efektif biçimde mutlaka yansıtmalıdır. Bunu sağlamalıdır.
Özel sektörü ve velileri kaderleriyle baş başa bırakmamalıdır.
Bugün kelimenin tam anlamıyla ‘koşullara meydan okuyan’ okullar ile vergisini ödeyip ülkesine karşı bütün sorumluluklarını yerine getiren veliler, tıpkı çocuğunu devlet okulunda okutan veliler gibi, herhangi hak kaybına uğramamalı; onlar da bütçeden çocuklarının payına düşen miktarı -diyelim ki 2018 yılı rakamlarıyla 12 bin 707 TL’lik payı veya belki biraz daha rasyonalize edilmiş bir miktarı- ‘gerçekten kullanılan, hayatlarına yansıyan’ bir somut destek olarak görebilmelidir.
Sosyal devletin bir gereği olarak.
Adaletli bir paylaşım için.
Ve tabii dünyanın en büyük 20 ekonomisi içinde yer aldığını düşündüğümüz bir ülkenin geleceği için…
İşte bu bağlamda;
- Özel okulların elektrik ve su giderleri devlet tarafından karşılanmalı.
- Özel okullarla ilgili vergiler yeniden düzenlenmeli ve eğitim harcamalarından alınan vergi en düşük dilime çekilmeli, dolayısıyla devlet ‘Özel okulda okumayı tercih etse de her çocuk benim himayemdedir ve herkes eğitim için ayrılmış bütçeden payını adil biçimde alır’ diyebilmeli.
- Ve tabi devletin sağladığı bu destek, okullara veliler tarafından ödenecek ücretlere indirim olarak yansıtılmalı. Kaliteli özel okullara erişebilme şansı, dileyen bütün vatandaşlar için sağlanmalı. ‘Eğitimde fırsat eşitliği’ o zaman bir hayal olmaktan çıkabilir. Ve inanıyoruz ki o zaman devlet okullarının standardı da yükselir.
Bunu başarablirsek sosyal devletin tezahürünü ve toplumsal adalet açısından zaten gerekli olan daha adil bir paradigmayı gerçekleştirmiş oluruz.
Milli Eğitim’in gerçekleştirdiği reformlar, böylesi yeni bir yaklaşım çerçevesinde daha geniş bir zemine yayılabilir.
Bu noktada birileri ‘Çok güzel anlatıyorsun ama ya bütçe?’ diyecektir.
‘İnovasyon Çemberi’nin yazarı Stanford Üniversitesi’nden Profesör Tom Peters diyor ki ‘İşleriniz iyi gidiyorsa eğitim bütçesini iki katına çıkarın, kötü gidiyorsa dört katına…’
Yeterince açık değil mi?
Peters’dan farklı olarak ben önerimi herhangi bir kurum adına öne sürmüyorum, böyle bir niyetim de yetkim de yok; ama 27 yıllık meslek yaşamının bir bölümünü devlette, bir bölümünü özel öğretim kurumlarında geçirmiş -iki tarafın da hem sorunlarını hem çıkış yollarını gözlemleyebilmiş- bir eğitimci olarak böyle bir önerinin kabul görmesi durumunda doğabilecek o çok bereketli çözümsel yaklaşımları öngörebiliyorum. O yaklaşımlar, hem ekonomik türbülans içinde çıkış arayan özel okullar ile özel okul velileri açısından hem de reformlarını somutlaştırabilecek güçlü lokomotiflere, model oluşturacak gelişkin, köklü, yeni nesil özel okullara gereksinim duyan Milli Eğitim açısından iki taraflı bir ‘kazan-kazan durumu’ doğurur diye düşünüyorum.