‘Herkes farklı şekilde tükeniyor bu hayatta.
Kimi doğru insanı beklerken tükeniyor, kimi yanlış insana katlanırken…
Ve herkes, bir şeyin bedelini ödüyor yine bu hayatta.
Bazıları seçtiklerinin, bazıları da seçemediklerinin bedelini ödüyor…’
Bir ozan böyle diyor.
Hayatın şiirce özeti bu…
Bununla birlikte elbette sıklıkla yaşadığımız ve kanıksadığımız tükenişler değil de nadiren işitip etkilendiğimiz yeniden doğuşlar kararlarımızı yönlendiriyor, ilham veriyor bize. Onlar bizi hayata bağlıyor:
Tanık olduğumuz bazı inanılmaz iyileşmeler…
Bazı şaşırtıcı ayağa kalkışlar…
Bazı sürpriz toparlanmalar, son anda kendine gelişler…
Bazı umulmadık pik yapışlar hikâyenin ayrıntılarından ötürü o kadar anıtsal bir hâl alıyorlar ki aynı hikâyeler, içlerindeki bütün iyileri de birer kahramana dönüştürüyorlar.
Ama ne yazık ki oldukça azdır…
Çok nadir, çok istisnadır böyle şeyler…
Aksine daha çok karşılaştığımız ise ne yazık ki tükeniş, çöküş, pike yapış, diz çöküş, kayboluş hikâyeleridir.
Bunlar, bizzat kendi hayatlarımızda çok sık rastladıklarımız…
Ve bunlar, bugünün dünyasını biçimlendirenler.
Çok bayağı, çok sıradan olanlar…
Çok alışıldık hikâyeler...
Kötü hikâyeler…
Ayağınızı kaldırdığınız yerde ayrıkotu gibi bitiveren şeyler:
Mesela…
Boşandıktan sonra sosyal yaşamında bir daha müvazeneyi tutturamayan, tuttursa bile karşı cinse güvenini ebediyen kaybeden o çalışma arkadaşınız…
Karısını, kocasını ya da çocuğunu yitirdikten sonra bir daha eski haline dönemeyen o bedbaht akrabanız…
Kredi kullandıktan sonra şirketi spin atan ve bir daha asla toparlanamayan, itibarını yitiren o tüccar tanıdığınız…
Mesela…
İhanete uğradıktan sonra hayata küsen o çocukluk arkadaşınız…
Ömrünü verdiği şirkette işten çıkarıldıktan sonra hayatı alt üst olan o komşunuz…
İftiraya uğradıktan sonra derdini anlatmak, adını aklamak için senelerce çırpınan o hemşehriniz…
Usul usul ama göz göre göre tükenen o kadar çok insan var ki…
O kadar çok kötü hikâyeye tanık oldunuz ki…
Dolayısıyla onlar birer istisna değil.
İstisna olanlar:
Dipten tepeye erişenler…
Umulmadık yerde, en beklenmedik anda pik yapanlar…
Mucizevi toparlanmaların kahramanları; paraşütü son yüz metrede açanlar…
İçindeki bütün iyileri birer kahramana dönüştüren o ‘mucizevi kurtuluşlar’…
***
Peki…
Sizin hayattan beklentiniz nedir?
Hayatın sizin hikâyenizi sıradanlaştırmasını mı, yoksa istisnaya dönüştürmesini mi umuyorsunuz?
Ne dersiniz; herkes gibi bir biçmide bayağılaşıp tükenmek mi olacak yoksa zemine toslamaya yüz metre kala paraşütü açabilmek mi olacak hayatın size sunacağı final?
Olayların akışı ne yöne doğru?
Ama ‘bir ihtimal daha var’ aslında:
Sıradan -ve fakat risklerden uzak, basit, yalın, gösterişsiz- olmayı tercih etmek; bundan dolayı da sükunete daha yakın yaşamak; vitrinin dışında, geri planda olmaktan gocunmamak, tersine kalabalıklardan ve popüler kültürden tamamen kopacak ama saf mutluluğun sizi yakalamasına olanak tanıyacak kadar geride kalmak…
Önde gözüken gruptan gönüllüce kopmak; hani bir biçimde yarışı bile isteye bırakmak…
Bu da üçüncü seçenek işte…
Felsefi açıdan muhtemelen ilk ikisine oranla daha uzun ve daha dikkate değer olabilecek hikâye bence budur.
(Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisinde yayımlanan yazısından alıntı)
Kimi doğru insanı beklerken tükeniyor, kimi yanlış insana katlanırken…
Ve herkes, bir şeyin bedelini ödüyor yine bu hayatta.
Bazıları seçtiklerinin, bazıları da seçemediklerinin bedelini ödüyor…’
Bir ozan böyle diyor.
Hayatın şiirce özeti bu…
Bununla birlikte elbette sıklıkla yaşadığımız ve kanıksadığımız tükenişler değil de nadiren işitip etkilendiğimiz yeniden doğuşlar kararlarımızı yönlendiriyor, ilham veriyor bize. Onlar bizi hayata bağlıyor:
Tanık olduğumuz bazı inanılmaz iyileşmeler…
Bazı şaşırtıcı ayağa kalkışlar…
Bazı sürpriz toparlanmalar, son anda kendine gelişler…
Bazı umulmadık pik yapışlar hikâyenin ayrıntılarından ötürü o kadar anıtsal bir hâl alıyorlar ki aynı hikâyeler, içlerindeki bütün iyileri de birer kahramana dönüştürüyorlar.
Ama ne yazık ki oldukça azdır…
Çok nadir, çok istisnadır böyle şeyler…
Aksine daha çok karşılaştığımız ise ne yazık ki tükeniş, çöküş, pike yapış, diz çöküş, kayboluş hikâyeleridir.
Bunlar, bizzat kendi hayatlarımızda çok sık rastladıklarımız…
Ve bunlar, bugünün dünyasını biçimlendirenler.
Çok bayağı, çok sıradan olanlar…
Çok alışıldık hikâyeler...
Kötü hikâyeler…
Ayağınızı kaldırdığınız yerde ayrıkotu gibi bitiveren şeyler:
Mesela…
Boşandıktan sonra sosyal yaşamında bir daha müvazeneyi tutturamayan, tuttursa bile karşı cinse güvenini ebediyen kaybeden o çalışma arkadaşınız…
Karısını, kocasını ya da çocuğunu yitirdikten sonra bir daha eski haline dönemeyen o bedbaht akrabanız…
Kredi kullandıktan sonra şirketi spin atan ve bir daha asla toparlanamayan, itibarını yitiren o tüccar tanıdığınız…
Mesela…
İhanete uğradıktan sonra hayata küsen o çocukluk arkadaşınız…
Ömrünü verdiği şirkette işten çıkarıldıktan sonra hayatı alt üst olan o komşunuz…
İftiraya uğradıktan sonra derdini anlatmak, adını aklamak için senelerce çırpınan o hemşehriniz…
Usul usul ama göz göre göre tükenen o kadar çok insan var ki…
O kadar çok kötü hikâyeye tanık oldunuz ki…
Dolayısıyla onlar birer istisna değil.
İstisna olanlar:
Dipten tepeye erişenler…
Umulmadık yerde, en beklenmedik anda pik yapanlar…
Mucizevi toparlanmaların kahramanları; paraşütü son yüz metrede açanlar…
İçindeki bütün iyileri birer kahramana dönüştüren o ‘mucizevi kurtuluşlar’…
***
Peki…
Sizin hayattan beklentiniz nedir?
Hayatın sizin hikâyenizi sıradanlaştırmasını mı, yoksa istisnaya dönüştürmesini mi umuyorsunuz?
Ne dersiniz; herkes gibi bir biçmide bayağılaşıp tükenmek mi olacak yoksa zemine toslamaya yüz metre kala paraşütü açabilmek mi olacak hayatın size sunacağı final?
Olayların akışı ne yöne doğru?
Ama ‘bir ihtimal daha var’ aslında:
Sıradan -ve fakat risklerden uzak, basit, yalın, gösterişsiz- olmayı tercih etmek; bundan dolayı da sükunete daha yakın yaşamak; vitrinin dışında, geri planda olmaktan gocunmamak, tersine kalabalıklardan ve popüler kültürden tamamen kopacak ama saf mutluluğun sizi yakalamasına olanak tanıyacak kadar geride kalmak…
Önde gözüken gruptan gönüllüce kopmak; hani bir biçimde yarışı bile isteye bırakmak…
Bu da üçüncü seçenek işte…
Felsefi açıdan muhtemelen ilk ikisine oranla daha uzun ve daha dikkate değer olabilecek hikâye bence budur.
(Yazarımız Savaşkan İlmak’ın Ayarsız dergisinde yayımlanan yazısından alıntı)