Kendiyle övünen, benlik davası güden, bir nedene bağlı olarak, büyüklük taslıyor demektir.
Benlikten kurtulmanın yolu kendine ve olaylara ibret gözüyle bakmaktır.
Görüyoruz, hele gençler bir kenarda dursun, yaşını başını almış nice adam, hâlâ, Allah’ın emirleri diyemiyor da, benim fikrim, benim görüşüm, partimin görüşü vs. diye efeleniyor.
Bunların bir kesimi var ki, Batı kökenli felsefi veya politik görüşleri benimsemişlerdir ve bunlara da ‘davam’ demektedirler. İşte kibirlerini besleyen bu iddiaları ve sözde davalardır.
Allah ve Kuran varken, kişinin başka ne davası olurmuş? Hele o insan bir Müslümansa!
Allah’tan ve Kuran’dan başka kendilerine rehberler edinenler dünya imtihanını kaybetmiş kimselerdir.
Kibirli insan kendini de Allah’ı da göremez. Bunun kanıtı var mı? diye sorulabilir:
Kanıt, Allah’ın emrini duymamak, duymuşsa kaale almamak ve kendi bildiği yolda (dava) yürümektir.
İşte, Âdem’e secde etmesi emredilen şeytan da tam bunu yaptı, emre karşı kendi fikrini ileri sürdü, büyüklük tasladı ve lânetlendi.
Kim büyüklük taslarsa sonsuza kadar şaşkın ve ilahi her nimetten mahrum kalacaktır.
Bir örnek daha dinle: Hud peygamber zamanında muteber bir kavim vardı; Ad.
Ad kavmi insanları duvar gibi heybetli, güçlü kuvvetli, aynı zamanda hak yoldan çıkmış, çeşitli putlara tapan, zorba bir milletti. Ayağa kalkınca yer taşıyamayacak gibi olur, vurunca da yumrukları taştan geçerdi.
Hud Peygamber, Allah’ın emirlerini tebliğle bunları doğru yola davet etti. Mücadele uzadı, sonunda ‘var git Rabbine söyle, sana ve ona inanacak değiliz!’ dediler.
Yani Hakk’ın karşısında şeytanın muhalefetini yol olarak benimsediler.
Allah bedenleri ve kibirleri devleşmiş bu ülke halkını rüzgârla helak etmeyi diledi.
Hud, inananları alıp çıktı, kalanlara da başlarına ‘hışım’ geleceğini açıkladı.
Onların kibri daha da katılaştı; onlar, ‘Rabbin asker mi gönderiyor; biz birbirimize sıkı sıkıya bağlıyız, binine birimiz yeteriz,’ dediler.
Hud ülkesinde yedi gün soğuk rüzgâr esti; kimi evinin en kuytu köşesine gizlendi, kimi dağlara doğru kaçtı. Fakat rüzgâr emir almıştı; bırakın evi barkı, dağı taşı yerinden söktü, parçalayıp savurdu. Ayetleri dinle:
“Biz onların üstüne uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr gönderdik. O rüzgâr; insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.” (Kamer 19-20)
Allah ve onun kelamı karşısına kim, ‘fikrim, davam’ dediği şeyleri çıkarır da, bunları bir şey sanıp büyüklük taslar ve kibirlenirse, o, fiziken olmasa da, manen azap rüzgârında parçalanmıştır.
Bir başka hikâye dinle: Hz. Musa zamanında Belam-ı Baûr adlı ünü dünyayı tutmuş bir veli vardı. Kuran ve Tevrat bundan söz etmektedir. Ona mürit olan insanların sayısı belli değildi ve bunların her biri Bestamlı Bayezid gibi postlarında oturmuş şöhretli kimselerdi. Her biri şeyhin terbiyesinde olgunluğa ulaşmıştı; ilim, hikmet, züht, aşk ve hâl sahibi olmuşlardı. Öyle ki, bunlardan biri bir efsun okusa, ölü, bir üflemekle dirilirdi.
Bir gün şeyh dışarı çıktı; mürit ordusu da onunlaydı. Şeyh bunlara bakınca, ‘Dünyada benim gibi kimse yoktur, yaratılalından sonuna kadar da gelmeyecektir. Benden yüce kimse gelmediği gibi, kimse de benim yaptığımı yapmış değildir. Hak elime kudret kılıcını verdikten sonra benim önüme çıkıp kim karşı durabilir. Bu dünyada benden büyük kim var! Bütün âlem benim sevgimle deliye dönmüştür!..’ şeklinde, kibir ve gurur dolu sözler, kalbini ve dilini esir aldı. Dinini dünya için kullanmaya başladı. Hikâyenin gerisini kaynaklardan oku; sonunda o da şeytan mertebesine indi ve o halde ahrette gitti.
Sana bir de ‘Fil sahiplerini’ hatırlatayım: Bir Kral vardı, Mekke’yi sevmiyor ve ortadan kaldırmak istiyordu. Bunun ordusu fillerle de güçlendirilmişti ve heybetli askerleri vardı. Ordusuyla yolu çıktı. Niyeti Kâbe’yi yıkmaktı. Kendisi de demirden zırhlar içindeydi ve bir savaş filine binmişti; kendine benzeyen her bir askerini bin kişiye eşit görüyordu. Bu ordunun karşısında kim durabilirdi? Kibri ve gururu onun da tavan yapmıştı. O hırsla Mekke’yi kuşattı.
Araya insanlar girdi, rica minnet ettiler. Krala, ‘sen bu göğe bakmaz ve Kâbe’nin Tanrı evi olduğunu bilmez misin?’ dediler.
Kral, ‘Ben buraya bir iddia ile geldim; o ev sahibinin bana ne yapabileceğini görmek istiyorum!’ dedi.
Allah, o ordunun üzerine, yanmaz gagalarında cehennem taşları taşıyan ebabil kuşlarını gönderdi. Kuşlar, kibir ordusunu bombaladılar; gagalardan bırakılan her bir ateş parçası, erden ve filden geçip toprağın derinliklerine kadar iniyordu. Ayetleri dinle:
“Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları hâline getirdi.” (Fil, 3-5)
Yat kalk dua et, kalbini her gün defalarca yokla, Allah bizi, ‘benim! benim!’ diye tepinen, gönlünü kinin kibrin evi yapmış kimselerden etmesin ve bu tıynetteki adamlarla da arkadaş kılmasın.
Kimde Allah’a karşı sadakat var, Onun emirlerine vefalıdır, O, Resûlullah’ın yoldaşları Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali gibidir…
Sen de bu hikâyelerden ibret al, kendin nefsine bak, aklın varsa, doğru yol apaçık ortadadır!