2006-2007 yıllarıydı, Kütahya Dumlupınar Eğitim Fakültesindeki dersimden çıkarken Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuyan ve benim de geçmiş yıllarda Türk Dili dersine girdiğim bir öğrencimin yanındaki birisi ile eğitim fakültesinin panolarını incelediklerini gördüm.
Benim onlara doğru geldiğimi gören öğrencim, dış görünüşünden olsa gerek, yanındaki kişi ile bir bağlantısının olmadığı izlemini vermek amacıyla alakasız yönlere bakmaya ve yanındaki kişiden hafifçe uzaklaşmaya yeltendiğini hissettim.
O arada yanlarına yaklaşmıştım. Asiye (öğrenci ismi sembolik) ile göz göze geldik. Asiye hoş geldin, bu yanındaki kim? Galiba baban diye sorduğumda, o da kaçınılmaz olarak evet, hocam babam dedi.
Adama dönerek hoş geldiniz, ders aram kısa ama gelin size çay söyleyeyim, diyerek hemen yandaki odama aldım onları. Acele çayları söyledim…
İçerisi kitap dolu bir odaya ilk defa girmenin ürkekliğini yaşayan adamla sohbet etmeye başladık. Geçen yıllardan Asiye’yi tanıyordum, kendisi Doğu’nun bir ilinden Mersin’e göç ettiklerini, orada yaşadıklarını söylemişti.
İnşaatlarda çalıştığı, alçıların iz yapmış olduğu ayakkabılarından belli olan adamın eski ama temiz elbiseleri, yıpranmış, nasırlaşmış elleri, güneşte yanmış bir teni vardı.
Adam, eğitim fakültesinde verilen formasyon derslerinin ücretini ve varsa taksitlendirme imkânının olup olmayacağını öğrenmeye geldiğini, Asiye için formasyon aldırmak istediğini söyledi.
O arada çaylarımız gelmişti.
Asiye’yi çok iyi tanıyordum, çalışkan, ödevlerini vaktinde yapan, dersi takip eden, işine özen gösteren bir öğrenciydi. Babasının dış görüşünden biraz sıkılan, sohbetimizi de sessizce dinleyen Asiye’yi gözlerimle de kontrol ediyordum. Babasından biraz utanmasını onun gençlik heyecanına vererek, benden yaşça büyük olan babasına:
“Abi, sen ne iyi adamsın, terbiyeli, sorumluluk sahibi bir kız yetiştirmişsin, biz ondan ve onun çalışkanlığından çok razıyız, inşallah Asya yakında çok iyi bir öğretmen olacak, bu memlekete çok güzel hizmetlerde bulunacak, kendisi gibi çalışkan ve sorumluluk sahibi öğrenciler yetiştirecek, sana yardım edecek, seni ve annesini çok mutlu edecek, biz ona çok güveniyoruz, onu çok seviyoruz, böyle bir kız yetiştirdiğin için Asiye’nin öğretmeni olarak sana çok teşekkür ederiz”, dedim.
İki büklüm bir şekilde çayını içen adamın benim bu sözlerimden sonra çok rahatladığını, kendine bir öz güven geldiğini ve gözlerinde bir ışıltının parladığını gördüm. Belli ki adam çocukları için ilk defa böyle övücü sözler duymuştu. İç âleminde başka bir dünyaya girmiş, bir anda başka birisi olmuş, bütün sıkıntılarından kurtulmuş gibiydi. Kızı hakkında duymuş olduğu sözler onu çok mutlu etmiş, gözleri dolu dolu olmuştu. Adam daha fazla kendini tutamadı ve mutluluktan hüngür hüngür ağlamaya başladı.
O anda gözlerim Asiye’ye kaydı. O da babasından etkilenmişti. Baba kız bir birlerine bakarak ağlaşmaya başladılar. Ortamdan etkilenmemek mümkün değildi.
Bir iki dakika böyle geçitken sonra adam çayını içmeye devam etti, bu saatten sonra adamın, hocanın odasında değil de cennette Tuğba Ağacı’nın altında oturuyor, çayı da cennet ırmağından tadına doyulmaz suyunu içiyormuş gibi bir coşkusu vardı. Bütün yorgunluğunu ve sıkıntısını unutmuştu. Çaylar bitti, benim de ders aram bitmişti. Onlar bana teşekkür ederek, ayrı ayrı girdikleri odamdan; babası kızının boynuna, kızı da babasının beline sıkı bir şekilde sarılarak çıktılar.
Böyle bir anı yakalamak, hocalık, öğretmenlik mesleğinin en güzel yanlarından biridir. Böyle bir anı yaşamak için böyle anı oluşturmak gerekmektedir. Mehmet Kaplan’ın Dil ve Kültür kitabında belirttiği Anadolu kızlarının nakış yaparken söylemiş olduğu “bir yanlış, bir nakış” sözü tam da gerçekleşmiş, Asiye’nin küçük yanlışından büyük bir nakış çıkmıştı…