Bugünlerde çoğumuz galiba birbirimize her zamankinden çok daha fazla iyi dilekler iletiyoruz. E, malum yeni yıl geliyor: 2025’in tam eşiğindeyiz.
Ben de yazımın eşiğindeyken kendim, ailem, sevdiklerim, okurlarım, milletim ve tüm insanlık için yürekten bir dilek tutayım: Her şeyden çok ‘İletişim’ diliyorum 2025’ten...
Barışın da huzurun da uyumun da hoşgörünün de empatinin de ilelnihaye ekonomik refahın da anahtarı o: Açık, doğru, samimi ‘iletişim’...
Savaşın, yıkılan rejimlerin, yeniden çizilen sınırların, riyanın, göstermelik iyi niyetlerin, sahte demokrasi ve barış havarilerinin gölgesinde; insanların insanları ve insanların kendileri dışındaki canlı ve cansız dünya varlıklarını anlayabileceği, koruyup şefkatle kucaklayabileceği, hakça paylaşımın güzelleştireceği bir dünya için ‘herkese başarıyla sonuçlandırılacak iletişimler’ diliyorum...
Gerisi kendiliğinden halloluyor zaten!
Bu bağlamda birazdan sizinle paylaşacağım alıntı, Peter Tompkins ve Christopher Bird’ün 1973’te birlikte kaleme aldıkları ‘Bitkilerin Gizli Yaşamı’ adlı kitaptan. Fakat hikâyenin esas kahramanı Clee Backster adlı poligraf (yalan makinası) uzmanı.
Hemen not düşelim: O ilginç kitap, Sulhi Dölek’in çevirisi ve Sungur Yayınları’nın ilk basımıyla 1983 yılında kitapseverlerle -ve tabii doğaseverlerle- buluşmuştu.
Buyrun, iletişime başka boyutlar ekleyen o harika kitabın satırları arasında yeni yılın ama onu bütünleyen kadim bir hayatın heyecanıyla dolaşalım:
“1966 yılında, dünyanı bilinen en iyi yalan makinesi uzmanlarından Clee Backster, FBI’dan güvenlik görevlilerine yalan makinası aygıtının kullanımı öğrettiği okulunda uykusuz bir gece daha geçirdi...
Sonra, gün henüz ışımamışken sırf eğlence olsun diye yalan makinesinin elektrotlarını kocaman yapraklı tropikal bitkisinin üzerine yerleştirdi. Yalan makinesi çeşitli korku, sevinç, şaşkınlık gibi durumların elektriksel değişimlerini ölçtüğüne göre, belki bitki de su dökünce seviniyordur diye alaylı alaylı güldü.
Fakat bu arada onu çok şaşırtan bir şey oldu: Bitkiyi suladığında galvanometre zikzaklar çizerek aşağı doğru indi. Oysa aksine, yukarı doğru bir hareket bekliyordu Backster…
Bitkinin yaprağını sıcak kahveye soktuğunda da beklediği tepkiyi görmedi. Sonunda kibriti alıp bitkiyi yakmayı düşündüğünde her şey değişti. Bitki galvanometrenin ibresine çılgınca tavan yaptırdı !..
Gözlerine inanamadı Backster.
Bitki, hissedebiliyordu.
Ya da görebiliyordu…
Tamamen tesadüfen botanik biliminin prensiplerini değiştirebilecek bir keşif yapmak üzereydi.
“Nasıl yani?” dedi kendi kendine, “Bitki düşüncelerimi mi okudu?”. İnsanlık tarihinin önünde yeni bir dünya açılıyordu artık.
Deneyler deneyleri kovaladı. Bitkilerin sadece düşünceleri okumakla kalmayıp çevrelerindeki her şeyi hissettikleri de çıktı ortaya.
Kaynar suya atılan karideslerin ölümlerini, eline iğne battığında duyulan acıyı da hissediyordu bitkiler.
Hatta kilometrelerce ötede olunsa bile yaşanan sevinç ve üzüntüleri de hissediyordu. Hatta korkudan baygınlık bile geçiriyordu.
Bir gün şehir dışından gelen bir botanikçi bayan içeri girdiğinde bütün bitkiler sessizleşti. Hiç birinden tepki gelmiyordu. Sanki hepsi birden sessizliğe bürünmüştü. Ne var ki o bayan havaalanından uçağa binip şehirden ayrıldıktan 45 dakika sonra yeniden tepki vermeye başladılar.
Bayan botanikçinin bitkileri kurutup ölçümler yaptığını öğrendiği zaman anladı Backster, bayanı görünce bitkilerin korkudan niye bayıldıklarını.
Peki ama kimden ve nasıl haber almışlardı?
Bu hiç açıklanamadı.”
70’lerin başında Clee Backster, yeni bir aşamaya geçti ve başka bir deney tasarladı: Altı yardımcısına aynı gece aynı saatlerde yerine getirmeleri koşuluyla farklı görevler verdi.
Görevlerden biri gece yarısı gelip laboratuvardaki bitkilerden birini söküp parçalamaktı. Ertesi gün o gece bitkiyi parçalayan yardımcı içeri girdiğinde bütün bitkiler çılgınlar gibi haykırmaya başladılar. Elbette bizim duyabileceğimiz türden çığlıklar değil, galvanometrelerin ibrelerinin tavan yapmasını böyle adlandırıyor Backster.
Bu deneyden anlaşıldı ki bitkiler sadece hissetmiyor, aynı zamanda hafızaları da var.
Ve inanması güç ama Amerika’da bazı adlî vakalarda bitkilerin şahitliğine başvurulmaya başlandı.
Asıl mânidâr olansa ‘bitkiler asla yanlış sonuç vermiyordu; çünkü yalan nedir bilmiyorlardı’…
★★
“Backster’ın çalışmalar makale olarak yayınlanmaya başlayınca dünyanın dört bir yanından bilim insanları konu üzerinde çalışmalara başladılar.
Sonuçlar, bizi akıl almaz yerlere taşıyordu.
Koparılmış bir yaprak, kendisine güzel sözler söylenmesi durumunda normal yapraktan aylarca daha uzun süre canlı kalabiliyor mesela...
120 km mesafedeki bir acıyı, sevinci hissedebiliyordu bitkiler...
İnsanların düşüncelerini okuyabiliyorlar, kötülük yapanları hafızalarına kaydedebiliyorlardı…
Aynı zamanda bu bilgileri diğer bitkilerle de paylaşıyorlardı.
Kendisine kötü davranılan bitki üzüntüsünden intihar edebiliyordu…
Yanındaki bitkinin susuz kalması durumunda kendi suyunu onunla paylaşan, bir süre su tüketimi yapmayan bitkiler saptandı...”
Clee Backster’ın uykusuz geçirdiği bir gecede eğlence olsun diye başladığı bir oyun önce ciddi bilimsel deneyleri, sonra inanılmaz keşif ve deneyimleri doğurdu.
Ve bu yolculukta öğrenilenler tek kelimeyle müthişti !...
Bitkiler, bütün canlılarla iletişim kurma konusunda bizim hayallerimizin ötesinde bir beceri ve hassasiyete sahipler.
Her biri doğanın bir parçası.
Daha doğrusu ‘organı’.
Ve onların bir dili var!
Belki bir gün onları daha iyi anlama imkânımız olacak ve onlar bize tarihin bütün yaşanmışlıklarını, tanık oldukları olayları ve belki hâlâ çözülememiş sırları anlatabilecekler.
Zaten Avatar filminin esin kaynağı da yine böyle neo-mitolojik bir olasılık değil miydi?..
Şimdi; artık kesin olarak eminiz ki dünyanın herhangi bir yerinde bir bitkiye kötü davranıldığında öncelikle yakınındaki, sonra uzak halkalardaki bitkiler bunu hissediyor.
Emin olun Kazdağları’nda, Toroslarda, Fethiye’de, Cerattepe’de ya da kuş uçuşu bin kilometre uzaklarında, diyelim ki Sarıkamış’ta, Göle’nin Karınca Ormanı’nda, Akdeniz’in cennet koylarında kesilen bir ağacın acısını sadece oralardaki bitkiler değil; Munzur’daki, Kaçkarlardaki, Abant’taki, Salda’daki, Palandöken’deki, Kutumar’daki, Kızıldağ’daki, Tendürek’teki ağaçlar da hissediyor…
Bir gün biz de -istisnasız hepimiz veya hiç olmazsa çoğumuz- onlar gibi hissedebilir miyiz?
Kim bilir?
Belki…
Ama hissetmeye başladığımızda her şey değişecek mi?
Bir ormanın bir otelden ya da bir nükleer santralden çok çok daha değerli olduğunu anlayabilecek miyiz mesela?
Onun için de aynı lafı yineliyoruz: Kim bilir?
Ve ekliyoruz: İnşallah!
İnşallah... Ormanların beton yığınlarından, asfaltdan, her türlü santralden, HES'lerden çok daha değerli olduğunu anlayabildiğimiz gün aslında insanlığın değerini de anlayacağız... Teşekkür ediyorum sevgili kardeşim.