“Bu şehirde el üstünde tutulmak için tabuta girmekten başka çare yok.” Bu cümleyi İhlas Haber Ajansı’nda uzun yıllardır görev yapan gazeteci dostumuz Nihat Kılıçoğulları, sosyal medya hesabından paylaştı. O kadar anlam yüklüydü ki, yazma ihtiyacı hissettim. Çünkü bu söz sadece bir serzeniş değil, bu şehrin insanına dair derin bir gerçeğin özeti gibiydi. Yaşarken çoğu zaman görmezden gelinen, emeği ve değeri fark edilmeyen nice insan, öldüğünde bir anda kıymete biniyor. Cenazesinde kalabalıklar toplanıyor, ardından methiyeler diziliyor, ardından sosyal medyada onurlu cümleler sıralanıyor. Ama yaşarken bir telefon etmeye, bir hatır sormaya, bir teşekkürü dile getirmeye çoğu kimse yanaşmıyor.
Geçtiğimiz günlerde Abdulkerim Dinç ve Canip Cihangir’i kaybettik. İkisi de Erzurum’un kültür ve sanat hayatına kendi damgasını vurmuş, şehir için farklı alanlarda üretmiş değerli isimlerdi. Dinç, akademik dünyada Türkçe eğitimi ve Türk dünyası üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyordu. Onun en belirgin yanı, öğrencilerine yalnızca ders anlatmakla kalmayıp hayata dair öğütler vermesiydi. Yıllarca Erzurum’da birçok gencin yolunu açtı, bilgisiyle olduğu kadar örnek kişiliğiyle de iz bıraktı. Bir akademisyen olmanın ötesinde, bir dost, bir ağabey, bir rehberdi. Akademik makaleleri kadar fotoğraf sanatıyla da tanındı; objektifinden Erzurum’u seyrettiğinizde sadece taş binaları değil, bu şehrin ruhunu da görürdünüz. Bugün o fotoğraflara bakanlar, aslında Dinç’in bize miras bıraktığı estetiği ve inceliği fark ediyor.
Sanat ustası Canip Cihangir ise Erzurum’un taşına, tahtasına, teline, boyasına ruh üfleyen bir insandı. Onun sanat atölyesinden çıkan eserler, Erzurum’un kültürel hafızasının birer sessiz tanığı oldu. Yaptığı yağlı boya tablolar, filografi ve ahşap işleri, Erzurum’un hem tarihini hem de estetiğini bugüne taşıyordu. Öğrencilerine yalnızca fırça tutturmayı değil, aynı zamanda sabrı, emeğin kutsiyetini ve estetiğin inceliğini öğretiyordu. Cihangir, kurucularından olduğu Erzurum Kültür, Sanat ve Eğitim Derneği ile bu şehrin sanat damarına sürekli kan pompalayan bir yürek olarak anılacak. Onun kaybı, Erzurum’un kültür dünyasında büyük bir boşluk bıraktı.
Erzurum, tarihi boyunca vefa kavramıyla anılmış bir şehirdir. Dadaşlık sadece yiğitlikle değil, aynı zamanda dostuna, hocasına, büyüğüne sahip çıkmakla da ölçülür. Fakat bugünlerde bu değerlerin giderek zayıfladığını üzülerek görüyoruz. İnsanlar cenazelerde saf tutmayı ihmal etmezken, yaşarken bir kapıyı çalmayı, bir gönle dokunmayı erteliyor. Hâlbuki vefa, sadece ölünün arkasından edilen dua ile sınırlı değildir; yaşayanın kıymetini bilmek, elinden tutmak, yanında olmakla tamamlanır.
Şimdi bakıyoruz: Cenazelerde edilen dualar, sosyal medyada paylaşılan cümleler, gazetelere düşen vefat haberleri… Hepsi kıymetli, hepsi anlamlı, ama hepsi gecikmiş birer teşekkür. Oysa gerçek vefa, insan hayattayken gösterilendir. Onun gönlüne dokunmak, emeklerini takdir etmek, yanında olduğunu hissettirmek, yaşamdayken anlamlıdır. Bizler ise ne yazık ki her defasında aynı yanlışı yapıyoruz. İnsanları yaşarken ihmal ediyor, öldüklerinde kıymetini anlamaya çalışıyoruz. Bu da toplumun en büyük vefasızlıklarından biri olarak önümüzde duruyor.
Abdulkerim Dinç ve Canip Cihangir’i rahmetle anarken, geride kalanlara bir mesaj bırakmak da boynumuzun borcu. Çünkü bu şehir, değerli insanlara sahiptir; hocalarına, sanatçılarına, öncülerine sahip çıkmayı öğrenmelidir. Sosyal medyada yazılan bir cümlenin, bir gazetecinin kaleminden çıkan bir serzenişin, bir köşe yazısında yankılanan bir hakikatin ötesinde, artık fiilen adım atmak gerekiyor. Bir gün belki de kendi cenazemizde söylenecek sözleri yaşarken duymak, her insanın en doğal hakkıdır.
Unutmayalım: Hayat kısadır, vakit hızla geçer, mezar taşları ise sessizdir. Değer vermek için tabut beklemeyelim.