Seksenli yılların Erzurum'u… O soğuk kış akşamlarında evimizin ortasında parlayan soba, sadece bir ısınma kaynağı değil, bir aile simgesi, sevgi ve güvenin kaynağıydı. Sobanın etrafında toplanır, birbirimizin sıcak nefesini hissederek muhabbet eder, hayatın tüm zorluklarını bir kenara bırakırdık. Borularına asılmış ıslak çamaşırların kokusu, odanın içini sarmalar, dışarıdaki kar fırtınasıyla yarışacak kadar sıcak ve samimi bir hava yaratırdı.
Pazar sabahları, evin içinde ayrı bir canlılık vardı. Televizyon açılır, pazar konseri başlardı. O dönemde siyah-beyaz ekranlarda yankılanan melodiler, ailemizin sabah kahvaltısına eşlik ederken, hayatın telaşını unuttururdu. Annemin hazırladığı sıcak ekmekler, babamın tamirat işleriyle uğraşırken arada yaptığı tatlı sohbetler, çocukluğumun en güzel anılarına kazınmış durumda. O anların ne kadar kıymetli olduğunu bugün daha iyi anlıyorum.
Ama pazar akşamları, gerçek bir hazırlık ve ritüel zamanıydı. Pazar aksamı demek, pazartesi okula başlamak demekti. Tırnaklar kesilir, önlükler yıkanır, ütülenir, beyaz yakalıklar hazırlanırdı. Kopan düğmeler hemen dikilir, çantalar kontrol edilirdi. Sıranın örtüsü asla unutulmazdı, bu konuda her zaman tembih ederdik birbirimizi. Hele öğretmen masası örtüsü bizdeyse, annemin o dikkatli gözleriyle süzülürdük.
Banyo vakti geldiğinde, sobanın üzerinde kaynayan sıcak su kovalara doldurulurdu. Annem bizi dikkatle teştin başına getirirken, o anın verdiği sıcaklıkla içim ısınırdı. Kovadan ilk su başımdan aşağı dökülürken, “Yandım yandım!” diye haykırırdım. O suyun sıcaklığı, bir günün yorgunluğunu silip atar, ruhuma huzur getirirdi. Su etrafa sıçradığında, annemin hafif serzenişini duymak kaçınılmazdı ama bunlar o anların neşesini artırırdı. Gözlerime kaçan sabun, yaşadığım o küçük aksilikler, hepsi pazar akşamlarının tatlı anılarıydı. Lif ve kese ise banyo ritüelinin vazgeçilmez kahramanlarıydı; onlarsız o banyo tamamlanmazdı.
Her pazar akşamı, sadece banyo yapmak değil, bir araya gelmek, birlikte olmak ve hayatın en küçük ama en değerli anlarını paylaşmak demekti. Sobanın sıcaklığı, Erzurum’un soğuk kış gecelerinde kalbimizi ısıtan, bize ait olan bir sıcaklığı yaratırdı. Her hafta aynı döngü, ama her seferinde farklı bir huzurla dolardı içimiz.
Televizyonun cızırtılı sesi, sobanın ateşinde kızaran kestaneler, ıslak çamaşırların kokusu ve annemin o şefkatli bakışları… Seksenli yılların pazar akşamları, yalnızca hatırlanacak anılar değil, ruhuma işleyen bir sevgi ve bağlılık hikayesiydi. O günlerin sıcaklığı, bugün bile içimi ısıtıyor. Hey gidi günler, hey! O saf, sıcak ve huzur dolu pazar akşamları, bana aile olmanın anlamını öğretti ve her bir anı, içimdeki sevgi tomurcuklarını yeşertmeye devam ediyor.