Osmanlı coğrafyası denince çoğu zaman İstanbul’un görkemli sarayları, Bursa’nın ipekli çarşıları ya da Edirne’nin zarif camileri akla gelir. Oysa imparatorluğun asıl kudreti, sınır şehirlerinde saklıdır. Hem askerî hem manevi bakımdan Osmanlı’nın direniş hafızasını taşıyan bu şehirler, birer nöbetçi gibi medeniyetin bekçiliğini yapmıştır. Erzurum ve Gazze, farklı iklimlerde, ama aynı ruhla bu görevi üstlenen iki büyük şehirdir.
Erzurum, karın ve soğuğun hüküm sürdüğü bir coğrafyada, Osmanlı’nın doğuya açılan kapısıdır. Surlar, tabyalar, kaleler… Hepsi birer nöbet tutar sanki. İran ve Rus sınırına karşı bir set gibi duran Erzurum, yüzyıllar boyunca askerî olduğu kadar kültürel bir merkez olmuştur. Her fırtınada sancağını dalgalandıran, her savaşta imanla direnen bir şehir… Osmanlı için Erzurum sadece bir mevzi değil, aynı zamanda inancın, azmin ve dayanışmanın timsaliydi.
Gazze ise Osmanlı’nın güney ucunda, çöl rüzgârlarıyla yoğrulmuş bir başka nöbet yeridir. Kudüs’e, Şam’a ve Hicaz’a giden yolların kesiştiği bu şehir, Osmanlı’nın kalbinden geçen hac ve ticaret damarının güvenliğini sağlardı. Burada da nöbet tutulurdu — ama bu nöbet sadece askerî değildi. Kadılar, alimler, şeyhler; hepsi adaletin, ilmin ve sabrın nöbetini tutardı. Tıpkı Erzurum’un müftüleri gibi, Gazze’nin kadıları da halkın dertlerini şeriatın ölçüsüyle çözer, toplumsal düzenin teminatı olurlardı.
Her iki şehirde de vakıf kültürü güçlüydü. Erzurum’da medreseler, imaretler, aşevleri; Gazze’de camiler, kütüphaneler ve su yolları… Halkın birbirine emanet edildiği bir dayanışma zinciri vardı. Bu yapılar, Osmanlı’nın sadece bir devlet değil, bir “medeniyet projesi” olduğunu hatırlatır. Sefînetü’l-Fetâvâ gibi eserler, Erzurum’da ilmin ve hukukun ne kadar sistemli yaşandığını gösterirken; Gazze, İmam Şafiî geleneğinin devam ettiği, bilgiyle yoğrulmuş bir hukuk merkeziydi.
Her iki şehir de tarih boyunca defalarca sınandı. Erzurum Rus ordularına, Gazze İngilizlere ve ardından 20. ve 21. yüzyıllarda İsrail’in zulmüne maruz kaldı. Soğuğa ve ateşe rağmen teslim olmadılar. Erzurum’un karı ne kadar keskinse, Gazze’nin sıcağı da o kadar yakıcıydı. Ama ikisi de direnmenin, vakarla durmanın sembolü oldu. Gazze bugün hâlâ aynı nöbette. İsrail’in modern çağın en ağır savaş suçlarını işlediği, çocukların bombalar altında can verdiği, camilerin, hastanelerin, okulların hedef alındığı bir şehirde hayat, bir dua kadar kıymetli. Her gün gökyüzünden düşen bombalar, bir milletin sabrını değil, insanlığın vicdanını sınar hâle geldi.
Bir yanda Erzurum’un karla kaplı tabyalarında nöbet tutan askerler, bir yanda Gazze’nin yıkılmış binaları arasında nöbet tutan analar… Asırlar değişse de nöbetin adı değişmiyor. O nöbet; onur, inanç ve direniş nöbetidir. Osmanlı’nın sınır şehirlerinde başlayan o dayanışma ruhu, bugün Gazze sokaklarında yeniden yankılanıyor. Çünkü tarih, zulmü unutmayan ve sabırla direnenleri asla unutmuyor.
Ticaret yolları da kaderlerini benzeştirmişti. Erzurum, Tebriz-Trabzon hattında; Gazze, Hicaz-Şam güzergâhında bir geçiş noktasıydı. Kervanlar, askerler, hacılar bu şehirlerden geçerken, bir medeniyetin nabzı da bu topraklarda atardı. Erzurum’un karla kaplı yollarından geçen posta arabaları, Gazze’nin çöl rüzgârlarını yaran kervanlarla aynı misyonu taşırdı: medeniyetin sürekliliğini sağlamak.
Bugün o nöbet hâlâ sürüyor aslında. Erzurum, inancın soğuktaki direnci, Gazze ise insanlığın ateşle sınandığı vicdanıdır. Biri sabrın kalbi, diğeri onurun sesi… İkisinin de hikâyesi, bir milletin inançla yoğrulmuş tarihidir. Osmanlı’nın bu iki sınır şehri, sadece geçmişin değil, bugünün de pusulasıdır.
Tarihin iki nöbetçisi… Biri karın altındaki dua, diğeri ateşin içindeki direniştir. Her ikisi de aynı imanın, aynı medeniyetin nöbetini tutar. Ve tarih, onların sabrını hiçbir zaman unutmaz.