Üniversite arkadaşım, hakiki esin kaynaklarımdan biri, akademisyen, yazar, tam bir entelektüel, fikirdaş ve benim gözümde bunların tümünden kat be kat daha önemli olarak ‘çeyrek asırlık dost’, ama çok çok değerli, gerçek bir dost Bünyamin Çetinkaya geçtiğimiz hafta ziyaretime geldi.
Geldi gelmesine ama doğru düzgün çay bile içemedik; o kadar kısa sürdü ziyareti.
Sonra kalktı gitti.
Tadı damağımda kaldı o birkaç saatlik muhabbetin…
Elbette o kadar meşgul bir adam işini gücünü bırakıp da sadece beni ziyaret etmek için gelmedi yaşadığım yere:
Antalya’da eğitim bilimleri kongresi vardı, orada bazı oturumlarda konuşmak için…
Sonra, yıllar önce yitirdiği dayısının Manavgat’taki mezarını ziyaret etmek için…
Yine yıllar önce mezun ettiği birkaç öğrencisini mesai başında görüp değerlendirmek için.
Ve nihayet bendeniz kardeşiyle üç beş kelam etmek için…
***
Üniversite yıllarımızı konuştuk Bünyamin’le.
Şimdiki üniversitelerden bahsettik birbirimize. Meğer çeyrek yüzyılda ne çok şey değişmiş ve bazı şeyler nasıl yerinde saymış meğer…
Tuhaf, çok tuhaf.
Üniversitelerin şimdi ne kadar üniversal olabildiklerini sorguladık.
Azıcık da özeleştiri yaptık.
Üniversite hocalarımızı andık; özellikle Nazan Bekiroğlu için hocamızın hak ettiği methiyeyi birlikte işledik gönül gergefimize.
Efsane hocalarımızdan, sevgili Kukul’dan, Kayra’dan, rahmetli İmamoğlu’ndan söz ettik…
Kırk yaşını aşmış adamlarız ama gözlerimiz doldu.
Başka dala sıçradık; gerçek adı OS (Ortak Sınav) olan ama hâlâ ısrarla TEOG sınavı dediğimiz şeyden -genel olarak sınav odaklı eğitim sistemimizden- ve onun çocuklarımız üzerindeki yıkıcı etkisinden konuştuk.
Çocuklarımızın bir daha asla çocuk olamayacaklarını ve bizim gündelik yaşam koşturmacamız içinde nasıl paha biçilmez bir şeyi, çocuklarımızın çocukluk yıllarını yitirdiğimizi ele aldık.
Birbirimizle öyle hoş dertleştik ki…
Birbirimizi öyle iyi anladık ki…
Ve birbirimize öyle güzel baktık ki…
Karanlık çöktü sonra, çıkıp sokak lambalarının altında yürüdük ve işte tam da orada, yeri gelmişken Mahmut Şahin’in kulaklarını çınlattık.
Hava, tam Mahmut Şahin havasıydı…
Onu konuştuk.
İkimizi de çok etkilemiş, ikimize de çok şey katmış pîrimizi, üstâdımızı…
Demem o ki…
Arada bir çemberi kırmak lazım.
Arada bir gündelik hesapların, politikanın, ekonominin dışına çıkmak lazım …
Arada bir kaybolmamız lazım bir dostumuzun yüreğinde…
Hani bize yıldızlar kadar uzaktırlar ama; olur olmaz yerlerde Mevlânâ’dan, Şems’den söz ediyoruz ya işte onların birbiri içinde erimesine öykünmemiz lazım arada bir.
Arada bir çocuklarımızın çocukluğunun bittiğini veya usul usul bitmekte olduğunu görmemiz lazım.
Atakan, Doğu, Doğa büyüyor; biz yaşlanıyoruz.
Onlar büyüyünce biz artık eskisi kadar sempatik düşler kuramayacağız.
Sizin çocuklarınız da ya büyüyor ya çoktan büyüdü, oyun bitti.
Geçmişe dönemeyeceğiz hiç birimiz. Bunu ‘başarmak’ (!) için çok çalıştık değil mi?
Ama bir yandan da böyledir diye içlenmemiz, kederlenmemiz lazım. Hayıflanmamız lazım kendi kendimize.
Hüzünlenmek iyidir, insancadır çünkü.
Kendi kendimizi ufalamamız, sinemizi dövmemiz, kendimizi iyice ‘yumuşatmamız’ lazım.
Yoksa taşlaşırız.
Kaskatı oluruz!
***
İyi de…
Bünyamin’in beni ziyaretinden size ne?
Af buyurun…
Bunca lafı önünüze sermemin bir nedeni var aslında:
Düşünüyorum ki…
Bu söylediklerimi kocaman adamlar, büyük adamlar, ülkeyi omuzlamış adamlar da yapmalı.
Kameralardan uzak yapıyorlardır da belki; ama topluma örnek olacak kadar sık ve ayan beyan yapmalılar.
Onların da görmeleri -ve göstermeleri- lazım çocuklarının epeydir çocukluğa veda ettiğini veya o çağı şimdilerde usul usul bitirmekte olduğunu.
Kimse dünyaya sadece devleti yönetmek için gelmiyor ki…
Sultan Süleyman’a bile kalmamış devlet; ‘Olmaya devlet…’ demiş.
Bir çeşit gönüllü nöbettir o, sadece bir tür sıralı iştir…
Devleti; iktidarı ve muhalefeti sırtlayanların da arada bir çemberi kırmaları lazım demek ki.
Arada bir dışına çıkmaları lazım gündelik hesapların, stratejilerin…
Arada bir kaybolmaları lazım bir dostun yüreğinde…
Korumalar, frekans bozucular, kurşun geçirmez yelekler olmadan dalabilmeli onlar da arada bir kalabalıklara, sokaklara, pazar yerlerine, parklara; oturabilmeliler saatler boyunca çınarların gölgesinde…
Göğe bakabilmeliler…
Gözlerini kapatıp şehri dinleyebilmeliler…
Ağaçların hışırtısını…
Rüzgârı…
Bulutları…
Fısıltıları duyabilmeliler; ölmek üzere olan ihtiyarlar gibi…
Ya da çocuklar gibi…
Bunu arada bir yapmazlarsa taşlaşırlar.
Kaskatı olurlar maazallah!
***
Onca kitabın yazarı sevgili dostum Bünyamin, işte bunları düşündürdü bana.
Sonra da gitti.
Karadeniz kıyısındaki cennet kente, kendi hayatına döndü.
Kendisi gibi güzel, mutlu bir hayat dilerim Bünyamin’e…
Geldi gelmesine ama doğru düzgün çay bile içemedik; o kadar kısa sürdü ziyareti.
Sonra kalktı gitti.
Tadı damağımda kaldı o birkaç saatlik muhabbetin…
Elbette o kadar meşgul bir adam işini gücünü bırakıp da sadece beni ziyaret etmek için gelmedi yaşadığım yere:
Antalya’da eğitim bilimleri kongresi vardı, orada bazı oturumlarda konuşmak için…
Sonra, yıllar önce yitirdiği dayısının Manavgat’taki mezarını ziyaret etmek için…
Yine yıllar önce mezun ettiği birkaç öğrencisini mesai başında görüp değerlendirmek için.
Ve nihayet bendeniz kardeşiyle üç beş kelam etmek için…
***
Üniversite yıllarımızı konuştuk Bünyamin’le.
Şimdiki üniversitelerden bahsettik birbirimize. Meğer çeyrek yüzyılda ne çok şey değişmiş ve bazı şeyler nasıl yerinde saymış meğer…
Tuhaf, çok tuhaf.
Üniversitelerin şimdi ne kadar üniversal olabildiklerini sorguladık.
Azıcık da özeleştiri yaptık.
Üniversite hocalarımızı andık; özellikle Nazan Bekiroğlu için hocamızın hak ettiği methiyeyi birlikte işledik gönül gergefimize.
Efsane hocalarımızdan, sevgili Kukul’dan, Kayra’dan, rahmetli İmamoğlu’ndan söz ettik…
Kırk yaşını aşmış adamlarız ama gözlerimiz doldu.
Başka dala sıçradık; gerçek adı OS (Ortak Sınav) olan ama hâlâ ısrarla TEOG sınavı dediğimiz şeyden -genel olarak sınav odaklı eğitim sistemimizden- ve onun çocuklarımız üzerindeki yıkıcı etkisinden konuştuk.
Çocuklarımızın bir daha asla çocuk olamayacaklarını ve bizim gündelik yaşam koşturmacamız içinde nasıl paha biçilmez bir şeyi, çocuklarımızın çocukluk yıllarını yitirdiğimizi ele aldık.
Birbirimizle öyle hoş dertleştik ki…
Birbirimizi öyle iyi anladık ki…
Ve birbirimize öyle güzel baktık ki…
Karanlık çöktü sonra, çıkıp sokak lambalarının altında yürüdük ve işte tam da orada, yeri gelmişken Mahmut Şahin’in kulaklarını çınlattık.
Hava, tam Mahmut Şahin havasıydı…
Onu konuştuk.
İkimizi de çok etkilemiş, ikimize de çok şey katmış pîrimizi, üstâdımızı…
Demem o ki…
Arada bir çemberi kırmak lazım.
Arada bir gündelik hesapların, politikanın, ekonominin dışına çıkmak lazım …
Arada bir kaybolmamız lazım bir dostumuzun yüreğinde…
Hani bize yıldızlar kadar uzaktırlar ama; olur olmaz yerlerde Mevlânâ’dan, Şems’den söz ediyoruz ya işte onların birbiri içinde erimesine öykünmemiz lazım arada bir.
Arada bir çocuklarımızın çocukluğunun bittiğini veya usul usul bitmekte olduğunu görmemiz lazım.
Atakan, Doğu, Doğa büyüyor; biz yaşlanıyoruz.
Onlar büyüyünce biz artık eskisi kadar sempatik düşler kuramayacağız.
Sizin çocuklarınız da ya büyüyor ya çoktan büyüdü, oyun bitti.
Geçmişe dönemeyeceğiz hiç birimiz. Bunu ‘başarmak’ (!) için çok çalıştık değil mi?
Ama bir yandan da böyledir diye içlenmemiz, kederlenmemiz lazım. Hayıflanmamız lazım kendi kendimize.
Hüzünlenmek iyidir, insancadır çünkü.
Kendi kendimizi ufalamamız, sinemizi dövmemiz, kendimizi iyice ‘yumuşatmamız’ lazım.
Yoksa taşlaşırız.
Kaskatı oluruz!
***
İyi de…
Bünyamin’in beni ziyaretinden size ne?
Af buyurun…
Bunca lafı önünüze sermemin bir nedeni var aslında:
Düşünüyorum ki…
Bu söylediklerimi kocaman adamlar, büyük adamlar, ülkeyi omuzlamış adamlar da yapmalı.
Kameralardan uzak yapıyorlardır da belki; ama topluma örnek olacak kadar sık ve ayan beyan yapmalılar.
Onların da görmeleri -ve göstermeleri- lazım çocuklarının epeydir çocukluğa veda ettiğini veya o çağı şimdilerde usul usul bitirmekte olduğunu.
Kimse dünyaya sadece devleti yönetmek için gelmiyor ki…
Sultan Süleyman’a bile kalmamış devlet; ‘Olmaya devlet…’ demiş.
Bir çeşit gönüllü nöbettir o, sadece bir tür sıralı iştir…
Devleti; iktidarı ve muhalefeti sırtlayanların da arada bir çemberi kırmaları lazım demek ki.
Arada bir dışına çıkmaları lazım gündelik hesapların, stratejilerin…
Arada bir kaybolmaları lazım bir dostun yüreğinde…
Korumalar, frekans bozucular, kurşun geçirmez yelekler olmadan dalabilmeli onlar da arada bir kalabalıklara, sokaklara, pazar yerlerine, parklara; oturabilmeliler saatler boyunca çınarların gölgesinde…
Göğe bakabilmeliler…
Gözlerini kapatıp şehri dinleyebilmeliler…
Ağaçların hışırtısını…
Rüzgârı…
Bulutları…
Fısıltıları duyabilmeliler; ölmek üzere olan ihtiyarlar gibi…
Ya da çocuklar gibi…
Bunu arada bir yapmazlarsa taşlaşırlar.
Kaskatı olurlar maazallah!
***
Onca kitabın yazarı sevgili dostum Bünyamin, işte bunları düşündürdü bana.
Sonra da gitti.
Karadeniz kıyısındaki cennet kente, kendi hayatına döndü.
Kendisi gibi güzel, mutlu bir hayat dilerim Bünyamin’e…