‘Memnuniyetsizlik, bir hastalık gibi birimizden diğerine yayılıyor’.
Geçtiğimiz günlerde bir köşe yazısında rastladım bu ifadeye; metinde yer alan alıntılanmış cümlelerden biriydi. Saptama doğru; karamsarlık, virüs gibi daima, olanca hızıyla çoğalma ve yayılma eğilimindedir.
Bkz: Kişisel ya da sosyal-toplumsal yaşamlarımız…
Fakat bu sosyal gerçeği biliyor ve onaylıyor olmam, okuduğum yazının mesajına ve o yazının içeriğinde ‘tanık gösterilen’ bir başka yazarın yaşam felsefesine, zihniyetine katıldığım veya ‘fikri istikametine’ yakınlık duyduğum anlamına gelmiyor; çünkü ben, dünyayı ‘içine doğduğu mevcut durumdan memnun olmayanların’ değiştirdiğini düşünüyorum.
Açık ve net!
Bkz: Peygamberler…
Bkz: Bilim insanları…
Bkz: Büyük ve evrensel liderler…
Bkz: Siyasal partiler, sivil toplum örgütleri vs vs…
Tam da bu noktada belki azıcık ‘düz mantık’ yürütebiliriz. ‘Mesela’ diyelim:
Mesela Edison -veya ondan sonra yaşayan herhangi bir bilim insanı- ‘karanlığa karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı ampül diye bir şey olmazdı!
Mesela Hazreti Nuh, ‘kendi kavminin sapkınlıklarına karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı bugün insan soyu diye bir şey olmazdı!
Mesela Fatih, ‘batıya ve görkemli bir imparatorluğa uzayan o yolu kesen Konstantiniyye karakoluna karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı bugün muhtemelen övünebileceğimiz kadar muhteşem bir Osmanlı hatırası olmazdı!
Mesela Mustafa Kemal, ‘Çanakkale’nin intikamı için yurdu dört bir yandan kuşatan dahili ve harici düşmanlara karşı memnuniyetsizlik’ ve dolayısıyla doğrudan bir karşı çıkış, bir isyan içinde olmasaydı bugün büyük olasılıkla Anadolu’da bağımsız bir Türk devleti olmayacaktı!
Ve mesela Anadolu’daki bağımsız Türk devletinin yurttaşı olan herkes, on beş yıl önce her şeyden yüzde yüz memnun olsaydı; hiç kimse, hiçbir şeye karşı memnuniyetsizlik göstermeseydi ve yerleşik düzenin önüne dikilip bir çeşit başkaldırı, bir çeşit karşı duruş sergilemeseydi…
O zaman ülkeyi muhtemelen bugün iktidarda olanlar değil, on beş yıl önce iktidarda bulunanlar -hâlâ- yönetiyor olurdu…
Dedim ya…
Azıcık düz mantık!
Bu genellikle işe yarar…
***
Şimdi gelelim en başta atıfta bulunduğum o köşe yazısında geçen ve ‘benim de katıldığım’ fikre:
Karamsarlığın, bedbinliğin, kötümserliğin, moral bozukluğunun, her neyse işte onun, bütün o olumsuz duyguların, virüs gibi hızla çoğalma ve yayılma eğilimde olduğu muhakkak.
Ben de buna inanıyorum.
Bunu hemen hemen her gün kendi hayat enstantenelerimde de gözlemliyorum. Her gün defalarca:
Sürekli olanak(sızlık)lardan yakınanlar…
Halbuki eldeki olanakların çapını hiç ölçmemiş olanlar…
Özeleştiriden kaçınanlar…
Durup bir kerecik olsun aynaya bakmayanlar…
Bir kerecik olsun elini taşın altına koymayanlar…
Aslında hiçbir şey üretmeyenler…
Sadece suçlayanlar…
Hep yılgın gözükenler…
Hep yorgun gözükenler…
‘Eyvah’çılar…
‘Ama’ cılar…
‘Fakat’çılar…
İyi ki bunların tam tersi örneklerden de çokça var etrafımda. Bunları da her gün, defalarca gözlemliyorum:
Her şeye karşın hayata ve umuda tutunanlar…
Hep yeni bir şeyin peşinde olanlar…
Hep bir iyiliğin peşinde olanlar…
Sınır tanımayanlar…
Kalıplara oturtulamayanlar…
İnovasyona gönül verenler…
‘Bu, nasıl daha iyi yapılır?’ diye kendi mükemmel ürününü kıyasıya sorgulayanlar…
Sorgulamayı becerebilenler…
‘Rağmen’ciler…
‘Neden’ciler…
‘Nasıl’cılar…
Dünyayı, dünyamızı değiştirenler.
Onlara saygı duyuyorum.
Onlara hayranım…
Dünyamı onlarla paylaştığım için çok mutluyum ve onların benimsediği tutumun safdilli bir kanaatkârlık olmadığını; öylelerinin gerçek aydınlar, gerçek sanatçılar, gerçek iyiler, gerçek dindarlar olduklarını biliyorum.
Geçtiğimiz günlerde bir köşe yazısında rastladım bu ifadeye; metinde yer alan alıntılanmış cümlelerden biriydi. Saptama doğru; karamsarlık, virüs gibi daima, olanca hızıyla çoğalma ve yayılma eğilimindedir.
Bkz: Kişisel ya da sosyal-toplumsal yaşamlarımız…
Fakat bu sosyal gerçeği biliyor ve onaylıyor olmam, okuduğum yazının mesajına ve o yazının içeriğinde ‘tanık gösterilen’ bir başka yazarın yaşam felsefesine, zihniyetine katıldığım veya ‘fikri istikametine’ yakınlık duyduğum anlamına gelmiyor; çünkü ben, dünyayı ‘içine doğduğu mevcut durumdan memnun olmayanların’ değiştirdiğini düşünüyorum.
Açık ve net!
Bkz: Peygamberler…
Bkz: Bilim insanları…
Bkz: Büyük ve evrensel liderler…
Bkz: Siyasal partiler, sivil toplum örgütleri vs vs…
Tam da bu noktada belki azıcık ‘düz mantık’ yürütebiliriz. ‘Mesela’ diyelim:
Mesela Edison -veya ondan sonra yaşayan herhangi bir bilim insanı- ‘karanlığa karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı ampül diye bir şey olmazdı!
Mesela Hazreti Nuh, ‘kendi kavminin sapkınlıklarına karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı bugün insan soyu diye bir şey olmazdı!
Mesela Fatih, ‘batıya ve görkemli bir imparatorluğa uzayan o yolu kesen Konstantiniyye karakoluna karşı memnuniyetsiz’ ve dolayısıyla bir çeşit karşı çıkış içinde olmasaydı bugün muhtemelen övünebileceğimiz kadar muhteşem bir Osmanlı hatırası olmazdı!
Mesela Mustafa Kemal, ‘Çanakkale’nin intikamı için yurdu dört bir yandan kuşatan dahili ve harici düşmanlara karşı memnuniyetsizlik’ ve dolayısıyla doğrudan bir karşı çıkış, bir isyan içinde olmasaydı bugün büyük olasılıkla Anadolu’da bağımsız bir Türk devleti olmayacaktı!
Ve mesela Anadolu’daki bağımsız Türk devletinin yurttaşı olan herkes, on beş yıl önce her şeyden yüzde yüz memnun olsaydı; hiç kimse, hiçbir şeye karşı memnuniyetsizlik göstermeseydi ve yerleşik düzenin önüne dikilip bir çeşit başkaldırı, bir çeşit karşı duruş sergilemeseydi…
O zaman ülkeyi muhtemelen bugün iktidarda olanlar değil, on beş yıl önce iktidarda bulunanlar -hâlâ- yönetiyor olurdu…
Dedim ya…
Azıcık düz mantık!
Bu genellikle işe yarar…
***
Şimdi gelelim en başta atıfta bulunduğum o köşe yazısında geçen ve ‘benim de katıldığım’ fikre:
Karamsarlığın, bedbinliğin, kötümserliğin, moral bozukluğunun, her neyse işte onun, bütün o olumsuz duyguların, virüs gibi hızla çoğalma ve yayılma eğilimde olduğu muhakkak.
Ben de buna inanıyorum.
Bunu hemen hemen her gün kendi hayat enstantenelerimde de gözlemliyorum. Her gün defalarca:
Sürekli olanak(sızlık)lardan yakınanlar…
Halbuki eldeki olanakların çapını hiç ölçmemiş olanlar…
Özeleştiriden kaçınanlar…
Durup bir kerecik olsun aynaya bakmayanlar…
Bir kerecik olsun elini taşın altına koymayanlar…
Aslında hiçbir şey üretmeyenler…
Sadece suçlayanlar…
Hep yılgın gözükenler…
Hep yorgun gözükenler…
‘Eyvah’çılar…
‘Ama’ cılar…
‘Fakat’çılar…
İyi ki bunların tam tersi örneklerden de çokça var etrafımda. Bunları da her gün, defalarca gözlemliyorum:
Her şeye karşın hayata ve umuda tutunanlar…
Hep yeni bir şeyin peşinde olanlar…
Hep bir iyiliğin peşinde olanlar…
Sınır tanımayanlar…
Kalıplara oturtulamayanlar…
İnovasyona gönül verenler…
‘Bu, nasıl daha iyi yapılır?’ diye kendi mükemmel ürününü kıyasıya sorgulayanlar…
Sorgulamayı becerebilenler…
‘Rağmen’ciler…
‘Neden’ciler…
‘Nasıl’cılar…
Dünyayı, dünyamızı değiştirenler.
Onlara saygı duyuyorum.
Onlara hayranım…
Dünyamı onlarla paylaştığım için çok mutluyum ve onların benimsediği tutumun safdilli bir kanaatkârlık olmadığını; öylelerinin gerçek aydınlar, gerçek sanatçılar, gerçek iyiler, gerçek dindarlar olduklarını biliyorum.