(1 Kasım Salı günü yayımlanan yazının devamı)
(…)
Cebimize başka, TÜİK bültenlerine başka yansıyan geçim sıkıntısını yazmak lazım! Çiftçinin, emeklinin, emekçinin ekonomik açmazlarına değil arada bir değinmek, her gün bu bağlamda gerçeğe yüreklice ışık tutmak lazım! Bu alan, kitlesel dezenformasyona da siyasî istismara da son derece açık bir alandır çünkü…
Karanlıkta bırakılacak, toplumdan saklanacak her durum, her zaruret, sonrasında ayrı bir yıkım doğuracaktır çünkü…
Bu bağlamda gerçeği görüp de susmak, halka ve Hakk’a reva mı?
Peki, gerçekte olan ne?
Bu sorunun yanıtını bulmak kolay!
Son birkaç haftanın gazete manşetlerine, ulusal televizyon kanallarının ana haber bültenlerindeki ya da her gün milyonlarca insanın uğradığı internet portallarındaki açılış haberlerine bir göz atın.
Oralardaki ‘muazzam magazin renkliliğine’ (!) rağmen benim hayata yazıyla dokunurken en fazla zorlandığım şey, ‘daha renksiz’ gözükenleri -ya da bize siyah-beyaz gösterilenleri- seçmek, ayıklamak…
Ve hayata tam oradan dokunmak…
‘Başımıza gelenleri önem sırasına dizmek’ başka bir deyişle…
Uzattığımı düşünüyorsunuz, evet haklısınız.
O zaman benim yerime siz karar verin lütfen; deminden beri anlattıklarım arasından siz bir seçim yapın ki yol kısalsın:
Geçmişe oranla çok daha karmaşık tekniklerle oluşturulan, tehlikeli biçimde -uluslararası işbirliğiyle- örgütlenen ve yeni taktikler geliştiren terör örgütleri mi; terörün usul usul parlamentomuza sokulması ve bugün gelinen adı konmamış isyan durumu mu; sınır boylarımızda ve dünyanın gözü önünde yaşanan dizi katliamlar mı, dışarıdan sınırlarımızın içine akan baş edilemez insan göçü ve onca insanı özgün toplumsal yaşamımıza ve kültürümüze entegre edemeyişimiz mi, şehirlerimizde patlayan ve en başta geleceğe dair iyimserliğimizi paramparça eden bombalar mı, buna karşın dağ gibi yiğitlerin biz yarınlara iyimser bakabilelim diye kendi yarınlarından vazgeçişleri ve her gün üçer beşer toprağa düşüşleri mi; atanamayan öğretmenler mi, öğretmensiz okullar mı, dağıtılamayan ders kitapları mı; dünyanın en pahalı akaryakıtını kullanıyor oluşumuz mu; yoksa töre bahanesiyle kadınına zulmedenlerle ve eğitimsizliğini en nihayet kendi çocuklarına tecavüz ederek dışa vuran alçaklarla aynı yurdu paylaşıyor olmanın dayanılmaz utancı mı; bunca imkâna rağmen yozlaşmanın önüne bir türlü geçemeyişimiz mi; hangisi?..
Söylesenize, her gün yeni bir örneğini yaşadığımız bu olayların hangisi önemsiz?
Peki hangisi diğerlerinden önce yazılmayı, en başta irdelenmeyi hak ediyor?
Ve asıl sorun:
Siz, en önce hangisini çözmeyi, bitirmeyi seçerdiniz?
Ayıklamak gerçekten çok zormuş, değil mi?
Onun için toplumun günler boyunca ‘Kürk Mantolu Madonna polemiğine’ takılıp kalması son derece trajik ve bir o kadar mânidâr.
Ben bir yazar olarak ‘en önemliyi’ (yazılmayı hak edeni) ayıklamanın zorluğunu bütün nöronlarımda hissediyorum.
Bununla birlikte kalemimi her on eleştirel denemenin en az yedisinde var olan tüm sorunların odağında gördüğüm ‘eğitimsizliğe, cehalete’ doğrultuyorum…
İrdelemek üzere, hakkında düşünmek ve yazma üzere, yazarken daha iyi kavramak üzere, bir yanı mutlaka eğitime ya da eğitimsizliğe değen olayları ve durumları seçiyorum.
Hem eğitimini aldığım ve en iyi bildiğim iş bu olduğu için hem mesleğim olmasaydı da hayata o açıdan bakmayı önemseyecek olduğum için böyle yapıyorum…
Muhtemelen sıklıkla odaklandığınız konu benimkiyle aynı (eğitim) olmasa bile gerçeğin bizzat kendisine yaklaşım metodunuz sizin de aynıdır:
Hangi yöne bakacağınızı ve dikkatinizi neye yoğunlaştıracağınızı kararlaştırdıktan sonra gerisi kendiliğinden geliyordur.
Oradaki gerçek, sizi kendine çekiyordur.
***
Ve 10 Kasım’a çeyrek kala bir özel dipnot:
“Kurtuluş Savaşı, milletimizin ortak eseridir. O yüzden mücadeleye iştirak eden ve destek veren herkes bu şerefe eşit derecede ortaktır; ama yenilseydik sorumluluk ortak olmayacaktı, yalnız bana ait olacaktı.
Çünkü asil Türk Milleti bana inanıp güvenmişti…"
Ordinaryus Profesör Doktor Sadi Irmak’ın anılarından alıntıladığım bu cümleler; asker, politikacı ve inkılâpçı bir lider olmaktan önce ‘insan’ olan Mustafa Kemal’in belki de en güçlü karakter yönünü ortaya koyuyor:
Başarıyı cömertçe bölüşmek ve başarısızlığın sorumluluğunu cesaretle üstlenmek…
İki gün sonra, 10 Kasım’da yurdum insanı türlü övgülerle -ya da belki yine ideolojik temelli kısır tartışmaların gölgesinde- anma törenleri düzenlerken Mustafa Kemal’in bu özelliğinin bilhassa anımsanmasını; cömertliğinin ve cesaretinin salonlarda yankı bulmasını diliyorum.
Çünkü bence onu yok olup gitmiş diğer liderlerden ayıran farkı da onu ‘Atatürk’ yapan ayrıntı da işte bu iki özellikte gizli.
Bize yeryüzündeki cenneti emanet etmişti; onun mekânı da cennet olsun…
İnsandı neticede; illa ki vardır taksirâtı.
Onları da Allah affetsin.