’Bir ülkenin geleceği ve ilerlemesi; sağlam kalelere, güzel binalara ve yüksek milli gelire değil, o ülkedeki insanların ahlaki değerlere sadakatine bağlıdır’ diyor Martin Luther King.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Mayıs-2013 tarihli ’Etik Davranış İlkeleri’ başlıklı yayımında geçiyor bu söz.
Ve insan bu sözü okuyunca ister istemez Shakespeare’in ‘Olmak ya da olmamak, işte asıl mesele bu’ tiradını anımsıyor…
Hamlet’ten asit kıvamında keskin bir alıntı…
Edebiyat, politika ve spor gibi gerçek hayatta da olmakla olmamak arasındaki ince hattı belirleyen hakikatler var. Kaliteyle kalitesizliği ayırt eden şeyler: Değerler…
Gelip geçici, popüler kültüre ait olan şeyler değil, evrensel nitelikli hakiki değerler… Hiç kuşkusuz ‘etik değerler’ bunların başında geliyor.
Onlar varsa, uygulanıyorsa, biz onlara sadık isek hayat anlam kazanıyor ve kolaylaşıyor. Öyle olduğunda bize mutluluk veriyor hayat.
Tersi olduğundaysa çirkinleşiyor ve çekilmez oluyor.
Herkes eleştiri makinasına dönüşüyor; ama hiç kimse -kendi yanlışları dahil- hiçbir şeyi değiştirmiyor, değiştirmeye yanaşmıyor...
Nedir peki etik değerler?
Herkesin bildiği bir konuda ahkâm kesmek bana düşmez ama birkaçını analım:
En başta ‘dürüstlük’; koşullar ne olursa olsun gerçeğe sadık kalmak…
Sonra ‘insancıllık’; insanı, bütün menfaatlerin üzerinde tutmak…
Sonra ‘adalet’; menfaatimize ters olduğunda bile hukuka saygılı olmak…
Başka ilkeler de sıralanır bu üçünün ardına: Topluma ve toplumun kurallarına saygılı olmak, zalimler her şeye hükmediyor gibi gözükse de insan haklarının savunucusu olmak, öte yandan şiddetten ve vandalizmden uzak durmak, bilgiye sığınmak ve onunla güçlenmek, polisin-jandarmanın olmadığı yerde de otokontrolü elden bırakmamak, vicdanı hayatın devindiği her ortamda egemen kılmak, empati yapabilmek, başkalarını düşünebilmek…
Etik kurallar, daha doğrusu değerler listesi daha uzar gider…
Bütün bunlar bir araya geldiğinde size neyi anımsatıyor?
İslâm’ı değil mi?
Evet kutsal dinimizin ‘Oku’ diye başlayan ilahi emirnâmesi Kur’an-Kerim’in hemen her ayeti, Allah’ın yüceliğinden insanın sıcaklığına inerek bize dürüstlüğü, adaleti, insan sevgisini, hukukun ve vicdanın egemenliğini öğütler.
İmanı, bunlar oluşturur ve kuvvetlendirir.
Elementleri oluşturan nötronlar ve protonlar gibi…
Bileşimler, alaşımlar, mozaikler çok sonra gelir…
Ama İslâm dünyası da dahil olmak üzere dünyanın kaçta kaçı sadakatle bağlıdır ki bu değerlere?..
Yanıtını size bırakıyorum.
İtiraf etmeliyim ki ben, neon ışıklarlar altında en süslü biçimiyle bana dayatılan o çok görkemli ‘gelişmiş modern dünya’ masalına artık pek inanmıyorum. ‘Bir hırka, bir âsâ’ düsturuyla kurulan büyük medeniyet nerede? Siz de itiraf edin ki konforumuz inanılmaz arttı ama aslında çoğu insan artık arabası veya villası kadar değerli değil. İşte o yüzden geçmişi özlüyoruz. Sahip olduklarımızın bizden daha değerli olmadığı, esas ilginin ‘insanda, bizde’ odaklandığı zamanları unutamıyoruz…
Daha saf, daha temiz, daha kirlenmemiş zamanlarımızı özlüyoruz…
O da geçmişte kalmış, çok eski bir çağ gibi…
***
Bu sonuçtan biz sorumluyuz, kesin!
Ağır ağır, usul usul, birike birike oldu her şey. Gözümüzün önünde hem de… Eğitimi önemsemediğimiz, okul çağını sınavlarla geçiştirdiğimiz için oldu ve sonunda büyük patlamaları yaşadık. Önce sokaklarda, sonra stadyumlarda, en nihayet okullarda şiddetin, öfkenin, kontrol edilemeyen ilkel içgüdülerin tutsağı ve mağduru olduk.
Kötüye doğru evrildik; yozlaştık…
Birbirimizi yaktık, linç ettik; yaraladık, öldürdük…
Bu berbat sicilden ötürü pişman mıyız ya da hiç olmazsa azıcık mahcup muyuz peki?
Bence ‘hem evet, hem hayır’.
Evet pişmanız ve mahcubuz; çünkü yaptıklarımızı düşündükçe yüzümüz -veya bazılarımızın yüzü diyelim- hala kızarabiliyor.
Ve mesela sokağı arkamızda bırakıp evimize döndüğümüzde normale dönebiliyoruz; normal olmayı hala önemsiyoruz demek ki…
Hayır, pek pişman ve mahcup görünmüyoruz; çünkü etik değerleri hala baş tacı yapabilmiş değiliz…
Ve şiddet sürüyor, içimizde ölümcül bir tümör gibi büyüyor…
Dürüst olalım ki ne sokaklarda, ne de okullarda başarabiliyoruz öfke -daha geniş anlamda ise duygu- kontrolünü.
Aşkı da tutkuyu da rekabeti de var oluşundan çok başka ve çok uzak boyutlarda algılıyoruz. Centilmenlik anları -sanki bizim kolay başaramadığımız şeylermiş gibi- marjinalleşiyor:
Filanca kulübün başkanı falanca kulübü maçtan evvel ziyarete etti ya da falanca partinin lideri, filanca partiye bayram ziyareti yaptı, liderler birbirlerine hal hatır sordular, gülümseyip tokalaştılar (?!)…
Hakikaten de haber mevzuu olacak kadar sıradışı mıdır böyle şeyler?
***
Ve düne özel bir not:
Dün, Cumhuriyet Bayramımızı kutladık.
Şunu unutmamak lazım: Cumhuriyet sıradan bir sözcük değil, bizzat sözlüğün kendisi…
Başta Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere son büyük Türk devletini ve bu toprakları bize armağan edenlerin ruhları şâd, mekanları cennet olsun.
Bu vesile ile canlarını bu vatana armağan eden bütün şehitlerimizi rahmetle; kahraman gazilerimizi şükranla bir kez daha anıyoruz.
Bugün hâlâ bayram kutlayabiliyor olmamızı elbette en başta onlara, bedenlerini bize siper edenlere borçluyuz.
Onların ailelerini hiçbir konuda mağdur etmemek, bayrağımızı asla yere düşürmemek, demokrasiden ve bağımsızlığımızdan ödün vermemek; bununla birlikte her gün insanımızı mutlu edecek yeni ve güzel gerekçeler oluşturmak, hem Atamıza hem de şehitlerimize ve gazilerimize olan borcu ödemenin, klasik sloganların ilerisine geçmenin yegâne yolu.
Bayramımız, bir kez daha kutlu olsun.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın Mayıs-2013 tarihli ’Etik Davranış İlkeleri’ başlıklı yayımında geçiyor bu söz.
Ve insan bu sözü okuyunca ister istemez Shakespeare’in ‘Olmak ya da olmamak, işte asıl mesele bu’ tiradını anımsıyor…
Hamlet’ten asit kıvamında keskin bir alıntı…
Edebiyat, politika ve spor gibi gerçek hayatta da olmakla olmamak arasındaki ince hattı belirleyen hakikatler var. Kaliteyle kalitesizliği ayırt eden şeyler: Değerler…
Gelip geçici, popüler kültüre ait olan şeyler değil, evrensel nitelikli hakiki değerler… Hiç kuşkusuz ‘etik değerler’ bunların başında geliyor.
Onlar varsa, uygulanıyorsa, biz onlara sadık isek hayat anlam kazanıyor ve kolaylaşıyor. Öyle olduğunda bize mutluluk veriyor hayat.
Tersi olduğundaysa çirkinleşiyor ve çekilmez oluyor.
Herkes eleştiri makinasına dönüşüyor; ama hiç kimse -kendi yanlışları dahil- hiçbir şeyi değiştirmiyor, değiştirmeye yanaşmıyor...
Nedir peki etik değerler?
Herkesin bildiği bir konuda ahkâm kesmek bana düşmez ama birkaçını analım:
En başta ‘dürüstlük’; koşullar ne olursa olsun gerçeğe sadık kalmak…
Sonra ‘insancıllık’; insanı, bütün menfaatlerin üzerinde tutmak…
Sonra ‘adalet’; menfaatimize ters olduğunda bile hukuka saygılı olmak…
Başka ilkeler de sıralanır bu üçünün ardına: Topluma ve toplumun kurallarına saygılı olmak, zalimler her şeye hükmediyor gibi gözükse de insan haklarının savunucusu olmak, öte yandan şiddetten ve vandalizmden uzak durmak, bilgiye sığınmak ve onunla güçlenmek, polisin-jandarmanın olmadığı yerde de otokontrolü elden bırakmamak, vicdanı hayatın devindiği her ortamda egemen kılmak, empati yapabilmek, başkalarını düşünebilmek…
Etik kurallar, daha doğrusu değerler listesi daha uzar gider…
Bütün bunlar bir araya geldiğinde size neyi anımsatıyor?
İslâm’ı değil mi?
Evet kutsal dinimizin ‘Oku’ diye başlayan ilahi emirnâmesi Kur’an-Kerim’in hemen her ayeti, Allah’ın yüceliğinden insanın sıcaklığına inerek bize dürüstlüğü, adaleti, insan sevgisini, hukukun ve vicdanın egemenliğini öğütler.
İmanı, bunlar oluşturur ve kuvvetlendirir.
Elementleri oluşturan nötronlar ve protonlar gibi…
Bileşimler, alaşımlar, mozaikler çok sonra gelir…
Ama İslâm dünyası da dahil olmak üzere dünyanın kaçta kaçı sadakatle bağlıdır ki bu değerlere?..
Yanıtını size bırakıyorum.
İtiraf etmeliyim ki ben, neon ışıklarlar altında en süslü biçimiyle bana dayatılan o çok görkemli ‘gelişmiş modern dünya’ masalına artık pek inanmıyorum. ‘Bir hırka, bir âsâ’ düsturuyla kurulan büyük medeniyet nerede? Siz de itiraf edin ki konforumuz inanılmaz arttı ama aslında çoğu insan artık arabası veya villası kadar değerli değil. İşte o yüzden geçmişi özlüyoruz. Sahip olduklarımızın bizden daha değerli olmadığı, esas ilginin ‘insanda, bizde’ odaklandığı zamanları unutamıyoruz…
Daha saf, daha temiz, daha kirlenmemiş zamanlarımızı özlüyoruz…
O da geçmişte kalmış, çok eski bir çağ gibi…
***
Bu sonuçtan biz sorumluyuz, kesin!
Ağır ağır, usul usul, birike birike oldu her şey. Gözümüzün önünde hem de… Eğitimi önemsemediğimiz, okul çağını sınavlarla geçiştirdiğimiz için oldu ve sonunda büyük patlamaları yaşadık. Önce sokaklarda, sonra stadyumlarda, en nihayet okullarda şiddetin, öfkenin, kontrol edilemeyen ilkel içgüdülerin tutsağı ve mağduru olduk.
Kötüye doğru evrildik; yozlaştık…
Birbirimizi yaktık, linç ettik; yaraladık, öldürdük…
Bu berbat sicilden ötürü pişman mıyız ya da hiç olmazsa azıcık mahcup muyuz peki?
Bence ‘hem evet, hem hayır’.
Evet pişmanız ve mahcubuz; çünkü yaptıklarımızı düşündükçe yüzümüz -veya bazılarımızın yüzü diyelim- hala kızarabiliyor.
Ve mesela sokağı arkamızda bırakıp evimize döndüğümüzde normale dönebiliyoruz; normal olmayı hala önemsiyoruz demek ki…
Hayır, pek pişman ve mahcup görünmüyoruz; çünkü etik değerleri hala baş tacı yapabilmiş değiliz…
Ve şiddet sürüyor, içimizde ölümcül bir tümör gibi büyüyor…
Dürüst olalım ki ne sokaklarda, ne de okullarda başarabiliyoruz öfke -daha geniş anlamda ise duygu- kontrolünü.
Aşkı da tutkuyu da rekabeti de var oluşundan çok başka ve çok uzak boyutlarda algılıyoruz. Centilmenlik anları -sanki bizim kolay başaramadığımız şeylermiş gibi- marjinalleşiyor:
Filanca kulübün başkanı falanca kulübü maçtan evvel ziyarete etti ya da falanca partinin lideri, filanca partiye bayram ziyareti yaptı, liderler birbirlerine hal hatır sordular, gülümseyip tokalaştılar (?!)…
Hakikaten de haber mevzuu olacak kadar sıradışı mıdır böyle şeyler?
***
Ve düne özel bir not:
Dün, Cumhuriyet Bayramımızı kutladık.
Şunu unutmamak lazım: Cumhuriyet sıradan bir sözcük değil, bizzat sözlüğün kendisi…
Başta Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere son büyük Türk devletini ve bu toprakları bize armağan edenlerin ruhları şâd, mekanları cennet olsun.
Bu vesile ile canlarını bu vatana armağan eden bütün şehitlerimizi rahmetle; kahraman gazilerimizi şükranla bir kez daha anıyoruz.
Bugün hâlâ bayram kutlayabiliyor olmamızı elbette en başta onlara, bedenlerini bize siper edenlere borçluyuz.
Onların ailelerini hiçbir konuda mağdur etmemek, bayrağımızı asla yere düşürmemek, demokrasiden ve bağımsızlığımızdan ödün vermemek; bununla birlikte her gün insanımızı mutlu edecek yeni ve güzel gerekçeler oluşturmak, hem Atamıza hem de şehitlerimize ve gazilerimize olan borcu ödemenin, klasik sloganların ilerisine geçmenin yegâne yolu.
Bayramımız, bir kez daha kutlu olsun.