
‘İlk kez karşılaştığımız bir insanı tanıma süreci’, genellikle duyduğumuz adı belleğimize kaydetme çabamızla başlıyor. Unutmamak için bir köşeye not etmek ya da zihin kodlaması yapmak, benzer bir isimle ilişkilendirmek gibi yollara başvuruyoruz.
‘Ne yapsam da bu adı unutmasam?’ çabası…
Sonra ilk izlenimler oluşuyor.
Sorular ve yanıtlar…
Karşımızdaki kişinin soru sorarken ya da yanıt verirken anlamı bütünleyen diğer taraflarına odaklanıyoruz; kıyafeti, temizliği, beden dili, ses tonu gibi bütünleyiciler, kişinin zihnimize düşen ilk fotoğrafını renklendiriyor.
Bu düşünceler, öyle durup dururken değil, yazar Sabahattin Ali’nin insanların birbirini tanımaları süreciyle ilgili değerlendirmesini okuduktan sonra aklımdan geçiyor.
Devamı da var; ama konuya girmeden herhalde bazı kesimlerce kutsanmakla bazı kesimlerce lanetlenmek arasında sürekli salınan bu büyük yazar için bir parantez açmam iyi olacak:
Onun hakkında yorum yapanın zihniyetine ve ideolojisine göre olumlu veya olumsuz içeriklenen sayısız yorum geçiyor kaynaklarda. Bana göre o yorumların en dikkate değer olanında -Ekşi Sözlük yazarlarından ‘huger’in platforma 2004 yılı sonunda eklediği notta- Sabahattin Ali ile ilgili şu bilgilere yer verilmiş:
‘Oflu bir baba ile Bandırmalı bir anneden 1907 yılında Gümülcine’de doğmuş, Türk yazınının en önemli isimlerinden biri olmayı başarmış ve 1948’de katledilmiş bir aydın…
Hıfzı Topuz'un Eski Dostlar adlı kitabında anlattığı üzere 1928-1930 yılları arasında eğitim amacıyla Almanya’da bulunduğu dönem, Sabahattin Ali’nin yaşamına yön veren dönem olur. Her şey, bir tren yolculuğu sırasında Upton Sinclair’in romanı Oil’ı okumasıyla başlar. Yıllar sonra Rasuh Nuri İleri’nin anlattığına göre Sabahattin Ali bu kitabı bitirince ‘Bu romanda anlatılanların onda biri doğruysa (…) insanlar mutlaka solcu olmalıdır’ der.’
(Bu arada Sabahattin Ali’nin Almanya’daki eğitiminin sonlandırılması hikâyesi de son derece ilginçtir: Ali, bir gösteri sırasında Türk milletine hakaret eden koyu milliyetçi bir Alman’ı tartakladığı için Almanya’dan sınır dışı edilmiştir...)
‘Hıfzı Topuz’un kitabında geçen bir başka anekdota göre Sabahattin Ali, Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği yaptığı dönemde İstanbul dönüşü trenden iner, biraz yürüdükten sonra bakar ki istasyondaki sivil polis kendisini izlemektedir. Elinde iki valiz vardır, hava da sıcak mı sıcaktır… Ali, biraz yürüdükten sonra durur, polis memuruna döner:
-Nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin, hava da sıcak, bari şu valizlerden birini sen al.
Polis bir an afallar, sonra:
-Pekâla, olur, insanlık öldü mü?
der ve bavulun birini yüklenir.
İki eski dost gibi aynı evin yolunu tutarlar…’
İşte o adam…
Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Ses, Kağnı, İçimizdeki Şeytan, Sırça Köşk, Dağlar ve Rüzgâr, Değirmen, Yeni Dünya, Canım Aliye, Ruhum Filiz romanlarının ve yüzlerce öykünün yazarı; ‘Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma’ şiiriyle ölümsüzleşen şair Sabahattin Ali, ‘insanların birbirlerini tanıma sürecine’ ilişkin olarak diyor ki:
‘İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar’.
Müthiş bir yorum! İçinden herhalde birkaç roman çıkar…
***
1907-1948 yılları arasında yaşamış Sabahattin Ali.
Sadece 41 yıl süren hayatına ne fikirler, ne cümleler, ne romanlar ve ne şiirler sığdırmış. Hayran olmamak ve tabii acıklı sonuna da üzülmemek mümkün değil.
Bilirsiniz belki:
Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırı yasa dışı yolla geçmeye çalışırken bu ‘kaçışta’ kendisine -güya- yardım eden Ali Ertekin tarafından öldürülmüştü.
Sabahattin Ali’nin amacı, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa'ya ulaşmaktı. Hakkındaki soruşturmalardan ötürü kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmaya ve dolayısıyla ömrünü hapiste geçirme olasılığından kurtulmaya çalıştı. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı.
Sabahattin Ali’nin kaçış ve katlediliş hikâyesi, 2 Nisan 2004 günü HaberTürk’te yayınlanan bir belgeselde şöyle özetleniyordu:
‘Sabahattin Ali, insan kaçakçılığı işlerini organize eden Ali Ertekin ile İstanbul’da tanıştı ve bir süre sonra Kırklareli'ne doğru kamyonla yola çıktılar. Kamyonda ilk başta üç kişi olsalar da daha sonra şoför Salim'i bırakıp ikili beraber yola devam ettiler. Ali Ertekin, cinayet soruşturması kapsamında Kırklareli Cumhuriyet Savcılığı’na verdiği ifadede Sabahattin Ali'nin kendisine sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya'da çalışmalar yaparak Türkiye'de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediğini ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğünü belirtti. Nokta dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali'yle tartıştıklarını ifade etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, Sabahattin Ali'yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürdü. Öldürmesine gerekçe olarak da millî hislerinin kendisini tahrik ettiğini öne sürdü.
(…)
Ali'nin cansız bedenini bir çoban buldu. 16 Haziran 1948 günü de jandarmaya giderek durumu bildirdi.
Aynı dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi yakaladı. Sabahattin Ali'yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubuydu ve yakalanınca Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etti.
Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yılla hüküm giydi, kısa bir süre sonra da serbest kaldı…’
***
Başka bir makalede yer vermek için İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ı araştırmıştım. O da kısa süren ve dramatik biçimde sona eren bir hayata, sadece 32 yıla, inanılmaz bir hikâye ve birbirinden çarpıcı edebiyat ve sinema ürünleri sığdırmıştı.
Öyleyse diyebiliriz ki ‘gerçekten yaşamak’ zamanla ve takvimden koparılan yaprak sayısıyla ilgili bir şey değil…
Tabii Âli ile Ali de tam olarak aynı şey değil.
‘Ne yapsam da bu adı unutmasam?’ çabası…
Sonra ilk izlenimler oluşuyor.
Sorular ve yanıtlar…
Karşımızdaki kişinin soru sorarken ya da yanıt verirken anlamı bütünleyen diğer taraflarına odaklanıyoruz; kıyafeti, temizliği, beden dili, ses tonu gibi bütünleyiciler, kişinin zihnimize düşen ilk fotoğrafını renklendiriyor.
Bu düşünceler, öyle durup dururken değil, yazar Sabahattin Ali’nin insanların birbirini tanımaları süreciyle ilgili değerlendirmesini okuduktan sonra aklımdan geçiyor.
Devamı da var; ama konuya girmeden herhalde bazı kesimlerce kutsanmakla bazı kesimlerce lanetlenmek arasında sürekli salınan bu büyük yazar için bir parantez açmam iyi olacak:
Onun hakkında yorum yapanın zihniyetine ve ideolojisine göre olumlu veya olumsuz içeriklenen sayısız yorum geçiyor kaynaklarda. Bana göre o yorumların en dikkate değer olanında -Ekşi Sözlük yazarlarından ‘huger’in platforma 2004 yılı sonunda eklediği notta- Sabahattin Ali ile ilgili şu bilgilere yer verilmiş:
‘Oflu bir baba ile Bandırmalı bir anneden 1907 yılında Gümülcine’de doğmuş, Türk yazınının en önemli isimlerinden biri olmayı başarmış ve 1948’de katledilmiş bir aydın…
Hıfzı Topuz'un Eski Dostlar adlı kitabında anlattığı üzere 1928-1930 yılları arasında eğitim amacıyla Almanya’da bulunduğu dönem, Sabahattin Ali’nin yaşamına yön veren dönem olur. Her şey, bir tren yolculuğu sırasında Upton Sinclair’in romanı Oil’ı okumasıyla başlar. Yıllar sonra Rasuh Nuri İleri’nin anlattığına göre Sabahattin Ali bu kitabı bitirince ‘Bu romanda anlatılanların onda biri doğruysa (…) insanlar mutlaka solcu olmalıdır’ der.’
(Bu arada Sabahattin Ali’nin Almanya’daki eğitiminin sonlandırılması hikâyesi de son derece ilginçtir: Ali, bir gösteri sırasında Türk milletine hakaret eden koyu milliyetçi bir Alman’ı tartakladığı için Almanya’dan sınır dışı edilmiştir...)
‘Hıfzı Topuz’un kitabında geçen bir başka anekdota göre Sabahattin Ali, Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği yaptığı dönemde İstanbul dönüşü trenden iner, biraz yürüdükten sonra bakar ki istasyondaki sivil polis kendisini izlemektedir. Elinde iki valiz vardır, hava da sıcak mı sıcaktır… Ali, biraz yürüdükten sonra durur, polis memuruna döner:
-Nasıl olsa eve kadar peşimden geleceksin, hava da sıcak, bari şu valizlerden birini sen al.
Polis bir an afallar, sonra:
-Pekâla, olur, insanlık öldü mü?
der ve bavulun birini yüklenir.
İki eski dost gibi aynı evin yolunu tutarlar…’
İşte o adam…
Kuyucaklı Yusuf, Kürk Mantolu Madonna, Ses, Kağnı, İçimizdeki Şeytan, Sırça Köşk, Dağlar ve Rüzgâr, Değirmen, Yeni Dünya, Canım Aliye, Ruhum Filiz romanlarının ve yüzlerce öykünün yazarı; ‘Başın öne eğilmesin, aldırma gönül aldırma’ şiiriyle ölümsüzleşen şair Sabahattin Ali, ‘insanların birbirlerini tanıma sürecine’ ilişkin olarak diyor ki:
‘İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar’.
Müthiş bir yorum! İçinden herhalde birkaç roman çıkar…
***
1907-1948 yılları arasında yaşamış Sabahattin Ali.
Sadece 41 yıl süren hayatına ne fikirler, ne cümleler, ne romanlar ve ne şiirler sığdırmış. Hayran olmamak ve tabii acıklı sonuna da üzülmemek mümkün değil.
Bilirsiniz belki:
Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırı yasa dışı yolla geçmeye çalışırken bu ‘kaçışta’ kendisine -güya- yardım eden Ali Ertekin tarafından öldürülmüştü.
Sabahattin Ali’nin amacı, Bulgaristan sınırını aşarak Avrupa'ya ulaşmaktı. Hakkındaki soruşturmalardan ötürü kendisine yasal yollardan pasaport verilmediği için kaçak yollarla bu amacına ulaşmaya ve dolayısıyla ömrünü hapiste geçirme olasılığından kurtulmaya çalıştı. Bulgaristan sınırını denemeden önce de Suriye sınırından kaçmak istedi fakat başarılı olamadı.
Sabahattin Ali’nin kaçış ve katlediliş hikâyesi, 2 Nisan 2004 günü HaberTürk’te yayınlanan bir belgeselde şöyle özetleniyordu:
‘Sabahattin Ali, insan kaçakçılığı işlerini organize eden Ali Ertekin ile İstanbul’da tanıştı ve bir süre sonra Kırklareli'ne doğru kamyonla yola çıktılar. Kamyonda ilk başta üç kişi olsalar da daha sonra şoför Salim'i bırakıp ikili beraber yola devam ettiler. Ali Ertekin, cinayet soruşturması kapsamında Kırklareli Cumhuriyet Savcılığı’na verdiği ifadede Sabahattin Ali'nin kendisine sınırı geçtikten sonra Bulgaristan ve Rusya'da çalışmalar yaparak Türkiye'de komünist bir ihtilal çıkaracağını söylediğini ve konuşmalarından onun kötü bir insan olduğunu düşündüğünü belirtti. Nokta dergisindeki bir röportajında ise yol boyunca Sabahattin Ali'yle tartıştıklarını ifade etti. İlerleyen vakitlerde Ertekin, Sabahattin Ali'yi kitap okuduğu sırada elindeki bir sopayla kafasına defalarca vurarak öldürdü. Öldürmesine gerekçe olarak da millî hislerinin kendisini tahrik ettiğini öne sürdü.
(…)
Ali'nin cansız bedenini bir çoban buldu. 16 Haziran 1948 günü de jandarmaya giderek durumu bildirdi.
Aynı dönemlerde İstanbul polisi Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi yakaladı. Sabahattin Ali'yi öldüren Ali Ertekin de bu şebekenin mensubuydu ve yakalanınca Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etti.
Ali Ertekin idam cezasıyla yargılanmasına rağmen dört yılla hüküm giydi, kısa bir süre sonra da serbest kaldı…’
***
Başka bir makalede yer vermek için İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ı araştırmıştım. O da kısa süren ve dramatik biçimde sona eren bir hayata, sadece 32 yıla, inanılmaz bir hikâye ve birbirinden çarpıcı edebiyat ve sinema ürünleri sığdırmıştı.
Öyleyse diyebiliriz ki ‘gerçekten yaşamak’ zamanla ve takvimden koparılan yaprak sayısıyla ilgili bir şey değil…
Tabii Âli ile Ali de tam olarak aynı şey değil.