
Ne yaprak, ne rüzgâr ne metal ne kuş
Seslenmir, ötmüyor özge (başka) dilinde
Peki, bilmiyorum sana ne olmuş
Yad dilde ötersen öz menzilinde (ülkende)
Bahtiyar Vahapzâde
İbadetin en can alıcı yönü olan dua, kişinin en zayıf anını en güçlü hâle getirme noktasıdır. Dua ederken kalp, sadece beyne kan pompalamaz aynı zamanda gözyaşının da kolayca akmasına sebep olur. Dua da samimiyet çok önemli olmasına rağmen bu samimiyeti besleyen unsur, sözlerin anlamlı bir bütün oluşturmasından ve kişilerin duygularını yansıtmasından kaynaklanır. Dua, anlamı bilinmeyen sözlerin tekrarı değil, anlamlı sözlerin beyin ve kalp arasında gidiş gelişlerinin yoğunlaştığı andır.
Fakat bizim hocalarımız, çocukluk zamanlarında çevrelerinden öğrendikleri birkaç Arapça kelimeyi bir araya getirerek ettikleri dua ile insanımızın ibadetin en güzel anından zevk almalarına engel olmaktadırlar. Onlar Arapça dua etmezlerse dualarının kabul olmayacağını sanmakta, insanımız da hocanın en doğrusunu bildiğini sanarak onun peşinden kısık sesle anlamını bilmedikleri dualara âmin demektedir.
Dünyada ilk zamanlar İbranicenin kutsal dil olduğu ve tüm dünya dillerinin ondan türediği, cennette de İbranice dilinin konuşulacağı fikri ön plana çıkmış; daha sonraki dönemlerde Latincenin tek dil olduğu, tüm dünya dillerinin Latinceden doğmuş olduğu ve cennette Latince konuşulacağı fikri yayılmaya başlamıştı. Latincenin ses ve ahenk düzeni diğer dillerin gelişimine engel olmuş, insanlar Latincenin ses ve ahenk uyumlu cümlelerini tekrar ederek ibadet yapar hâle gelmişlerdi.
Martin Luther, kilisenin Latince vasıtasıyla insanlara mana yerine ses ve musikiyi baskın araç olarak kullanmasına karşı çıkıp bir annenin çocuğuyla konuşur edasıyla İncil’i Almancaya çevirdi. Böylece insanlar dinlerini daha iyi anlamaya ve kendi dillerinin önemini kavramaya başladılar.
Bir zaman sonra Arapça Latince gibi dini kullanarak ön plana çıkmaya başladı. Arapça İbraniceden de etkilenerek onun ses ve ahenk düzenini kendine miras alıp şahlanışa geçti, tüm Müslümanlar Arapçaya kutsal dil gözüyle bakmaya başladılar. Bu durum kendi dillerine ikinci sınıf muamelesi yapma durumunu doğurdu.
On birinci yüzyılda Türkçe on bin kelime ile Almanca ile aynı söz varlığına sahipti, fakat Almanca Martin Luther’in bu girişimleri sonucu yirminci yüzyılın başında (1900’lerin başında) beş yüz bin kelimelik söz varlığına ulaşırken, Türkçe ise yüz binlere bile varamamıştı. Bunda Almancanın bağımsız bir dil olması, Türkçenin Arapçanın gölgesinde kalarak duasını bile Türkçeleştirememe problemi yatmaktaydı.
Türkçe dünyadaki yedi bin dil arasında en çok konuşulan yedinci dil olmasına rağmen kendi varlığı üzerinde dua edemeyen belki tek dildir. Bizim on binlerce divanımızda yazılmış yüz binlerce münacatımız (Allah’a yalvarma) olmasına rağmen hocalarımızın çoğu bu hazineden ve dil bilincinden mahrum oldukları için iki kelimelik Arapça dua ile ibadeti bitirmektedirler.
Araplar tespih çekmeye başlamadan önce tespihe Hu (Allah) dedikçe bizim saf insanımız Arap’ı taklit ederek, Hu yerine Tu deyip -tespihe tükürerek- suphanallah demeye başlamaktadır.
Din, anlamı kavranılarak yaşanılan bir duygu halinden çıkıp tekrar edilen bir eylem hâline dönüşmemelidir.
Bir zaman Rusçaydı bütün reklamlar
Şimdi İngilizce sokulur bize
Köpek diline de hürmetimiz var
Yalnız öz dilimiz yaramır bize
Bahtiyar Vahapzâde