
En büyük eğlencemiz de at arabasına binmek, onun peşinden koşmaktı. Sakın sakin dururken, sokak başlarında at nallarının sesi duyulunca birden heyecanlanır, ayağı kalkardı çocuklar. Parke taşlar üzerinde çıkardığı, nal sesleriyle gelen at arabasıydı bu heyecana sebep olan. Hele bir de mahalleden uzak; aşağı bir yerdeysek, bu seslerin anlamı daha fazla önem kazanırdı, o an. Gelen at arabası değil de gelin arabası olur koşmak için teyakkuza geçerdik. Dört teker üzerinde tahta ve demir karışımı olan araç; gözümüzde büyür, anlık olsa da, ona binmek, kırbacı yemek pahasına güzel gelirdi, çocuklara. At arabası sahibi tanıdıksa eğer; sorun olmaz, hemen arabanın üstüne atlar, muhabbet ede ede gideceğimiz yere varırdık, çabucak. Arabacının iyi niyeti aracı bir anda panayır yerine döndürür, bu arada at arabasına aynı mahalleden olmayan çocukların binmemesine dikkat edilirdi. Arabacının yanına usulca sokulan açıkgöz arkadaşlar, postun üstüne oturmayı da ihmal etmezdi. Hele bir de arabacı atın dizginlerini çocuklardan birine vermişse o zaman dünyalar dizginleri alanın olurdu. Dizginleri alanın bir deh deyişi olurdu ki sormayın gitsin. At ne tarafa gideceğini şaşırır, arabacı hemen kontrolü eline alırdı. O bile bize yeter, sevinçten ne yapacağımızı şaşırırdık. Tahta servis aracına bazen tek başımıza bazen de mahalledeki bütün çocuklarla biner; tadını alınca da usulca köşemize geri dönerdik.
İşin korkulan tarafı ise at arabacısının yabancı olmasıydı. Hele bir de kızgın biriyse o zaman yandığımız gündü! Arabaya ürkek ürkek yaklaşır, arabacının haberi olmadan binmeye çalışırdık. Arabacı niyetimizi anlamışsa daha binmeden kamçı darbelerini savururdu. Kamçı yiyeceğimizi bile bile at arabasına yaklaşır, üzerine çıkmaya çalışırdık. Arabaya çıkmayı başarsak da bir kamçı darbesiyle irkilir, arabadan can havliyle atlardık. Bazen de tam binmek üzereyken darbe gelir, arabacıya kızardık. Bize göre eğlence olan bu davranış bazen kötü sonuçlar doğurur, arabadan düşen çocuklar olurdu. Düşen çocukların ayakları ve kolları bazen de yüzlerinde kanamalar görülürdü. Bütün bunları bilmemize rağmen at arabasına binme huyundan vazgeçmezdik. Ne de olsa bizim otobüsümüz de, arabamız da, servis aracımız da at arabasıydı. Unutmadığımız bir şey daha var ki büyüsek de onu asla unutamazdık. Bizi kamçısıyla at arabasından atan arabacı; hep zihinlerimizde kaldı, hem de en kötü anıyla… Yüzümüzdeki kamçı iziyle…
MART KAPIDAN BAKTIRIR, KAZMA KÜREK YAKTIRIR!
Eylül ayının gelmesiyle birlikte evlerde bir telaş başlar, ta ki haziran ayına kadar devam ederdi. Soğuklar başlamış, zorlu geçecek bir kışa hazırlıkların zamanında tamamlanabilmesi için herkes üzerine düşeni yapmaya koyulmuştur bile. Büyükler yakacak peşinde, küçükler ise gelen yakacakları taşıdıktan sonra alacakları harçlığın derdinde olurdu. Evde kalan analarımız ise sobanın kurulması işiyle meşgul olurlardı. Damdan ya da kömürlükten soba ve borular çıkartılmış, suyla ovulmuştur. Temizlenen soba bin bir zorlukla kurulur, ilk ateşi de verilirdi. Ağaçların sararan yaprakları, kendisini tek tek yere bıraktığı andan itibaren rüzgâr serin serin eser, uzaklardan soğukları getirirdi. Bir süre sonra etraf beyaz örtüsünü çeker, evlerin bacalarından dumanlar hafif hafif yol alırdı. Lapa lapa yağan karların eşliğinde insanlar hayat meşgalelerine gider, yorgun argın akşam evlerine dönerdi.
Kar; bir iki defa yağdıktan sonra birikir, güneş ışıkları tam tepeden vuruncaya kadar düştüğü yerde kalırdı. Tabaka tabaka buzlar oluşur, yolda yürümek zorlaşırdı. Hele bir de ev ve iş yerlerinin çatılarından sarkan buzlar vardır ki onlar hayati tehlikeye neden olurlardı. Mahalle aralarında ise karlar; tepe boyuna ulaşır, çoğu yerde geçit vermezdi insanlara. Biriken karlar, ta ki güneş ışınlarını yiyinceye kadar öylece kalırdı. Güneş çıkınca da yavaş yavaş eriyen karların suyu çevreye yayılırdı bir akarsu gibi usulca… Eriyen karların alt katmanları kalır, bunu da kaldırmak mahalle halkına düşerdi. İşte o an mart ayının geldiği anlaşılır, kıyıda köşede kalan kazma ve kürekler ellerde buz kırılmaya başlanırdı. Büyükler kazmayla kırar, küçükler ise kürekle buzları atardı. Kırılan buzlar gelişigüzel atılmaz, güneş görmesine dikkat edilirdi. Kırılan buzlar güneşi görünce yumuşar, su olarak akıp giderdi.
Akan suyun önünde çocuklar kendilerince bend yapar, etrafında oyunlarını oynardı. Mart ayının sonunda ise artık etrafta buzdan eser kalmaz, her taraf buzdan temizlenmiş olurdu. Bu iş topluca yapılır; senin benim görevim, diye kimse birbiriyle mücadele etmezdi. Kazma ve küreği olmayanlara yardıma koşulur, böylece mahalle imece usulü temizlenirdi.
KAPI ÜSTÜNDE BOYNUZLAR
Anadolu insanı mert, cesur ve cömert bir yapıya sahiptir. Evine geleni ağırlar, yanında yöresinde olanlara bakar, yetimleri de korumaktan asla geri durmaz. Geçimini ya tarımla ya da hayvancılıkla temin eder, muhannete el açmaz. Öyle güzel hasletleri de vardır ki ancak araştırınca ortaya çıkar. Bu hasletlere ilk başta bakınca mana verilmez, zamanla içine girilince de çıkılmaz. Bu güzel hasletlerden biridir, kapı üstlerine asılan boynuzlar… Yüzlerce hatta binlerce eve girip çıksak o boynuzların orada neden asılı durduğunu merak etmeyiz. Merak edip sorunca da oradaki inceliğe hayran oluruz. Köylü bin bir zahmetle hayvanlarına bakar ve onları yetiştirir bir çocuk gibi. Büyütülen hayvanlar bir süre sonra meydana çıkarılır. Bir jüri önünde besili hayvanlar arz-ı endam ederek geçirilir. Tepeden tırnağa kontrol edilen hayvanların içerisinde en besili olan birinci seçilerek bıçak önüne yatırılır. Kesilen hayvanın etleri; konu komşu, çoluk çocukla birlikte ziyafet eşliğinde, afiyetle yenilir. Kesilen hayvanın boynuzları yetiştiricinin evinin kapısının üstüne çakılır. Çakılan boynuzlar bir yıl boyunca orada kalır; gelip geçenler o yılın, en iyi besicisinin o ev sahibi olduğunu böylelikle anlardı. Ertesi yıl yenisi seçilinceye kadar boynuzlar orada asılı kalırdı. Maksat; elbette gururlanmak değildi, bu güzel âdetin özünde… Zengin, fakir ayırt edilmeden bir masa etrafında toplanmak; et yiyemeyecek durumda olanları bu güzel adetten istifade ettirmekti. Böylelikle yenilir, içilir muhabbet edilir, gönüller hoş edilirdi, tıpkı bir bayram gününde olduğu gibi…
İşin korkulan tarafı ise at arabacısının yabancı olmasıydı. Hele bir de kızgın biriyse o zaman yandığımız gündü! Arabaya ürkek ürkek yaklaşır, arabacının haberi olmadan binmeye çalışırdık. Arabacı niyetimizi anlamışsa daha binmeden kamçı darbelerini savururdu. Kamçı yiyeceğimizi bile bile at arabasına yaklaşır, üzerine çıkmaya çalışırdık. Arabaya çıkmayı başarsak da bir kamçı darbesiyle irkilir, arabadan can havliyle atlardık. Bazen de tam binmek üzereyken darbe gelir, arabacıya kızardık. Bize göre eğlence olan bu davranış bazen kötü sonuçlar doğurur, arabadan düşen çocuklar olurdu. Düşen çocukların ayakları ve kolları bazen de yüzlerinde kanamalar görülürdü. Bütün bunları bilmemize rağmen at arabasına binme huyundan vazgeçmezdik. Ne de olsa bizim otobüsümüz de, arabamız da, servis aracımız da at arabasıydı. Unutmadığımız bir şey daha var ki büyüsek de onu asla unutamazdık. Bizi kamçısıyla at arabasından atan arabacı; hep zihinlerimizde kaldı, hem de en kötü anıyla… Yüzümüzdeki kamçı iziyle…
MART KAPIDAN BAKTIRIR, KAZMA KÜREK YAKTIRIR!
Eylül ayının gelmesiyle birlikte evlerde bir telaş başlar, ta ki haziran ayına kadar devam ederdi. Soğuklar başlamış, zorlu geçecek bir kışa hazırlıkların zamanında tamamlanabilmesi için herkes üzerine düşeni yapmaya koyulmuştur bile. Büyükler yakacak peşinde, küçükler ise gelen yakacakları taşıdıktan sonra alacakları harçlığın derdinde olurdu. Evde kalan analarımız ise sobanın kurulması işiyle meşgul olurlardı. Damdan ya da kömürlükten soba ve borular çıkartılmış, suyla ovulmuştur. Temizlenen soba bin bir zorlukla kurulur, ilk ateşi de verilirdi. Ağaçların sararan yaprakları, kendisini tek tek yere bıraktığı andan itibaren rüzgâr serin serin eser, uzaklardan soğukları getirirdi. Bir süre sonra etraf beyaz örtüsünü çeker, evlerin bacalarından dumanlar hafif hafif yol alırdı. Lapa lapa yağan karların eşliğinde insanlar hayat meşgalelerine gider, yorgun argın akşam evlerine dönerdi.
Kar; bir iki defa yağdıktan sonra birikir, güneş ışıkları tam tepeden vuruncaya kadar düştüğü yerde kalırdı. Tabaka tabaka buzlar oluşur, yolda yürümek zorlaşırdı. Hele bir de ev ve iş yerlerinin çatılarından sarkan buzlar vardır ki onlar hayati tehlikeye neden olurlardı. Mahalle aralarında ise karlar; tepe boyuna ulaşır, çoğu yerde geçit vermezdi insanlara. Biriken karlar, ta ki güneş ışınlarını yiyinceye kadar öylece kalırdı. Güneş çıkınca da yavaş yavaş eriyen karların suyu çevreye yayılırdı bir akarsu gibi usulca… Eriyen karların alt katmanları kalır, bunu da kaldırmak mahalle halkına düşerdi. İşte o an mart ayının geldiği anlaşılır, kıyıda köşede kalan kazma ve kürekler ellerde buz kırılmaya başlanırdı. Büyükler kazmayla kırar, küçükler ise kürekle buzları atardı. Kırılan buzlar gelişigüzel atılmaz, güneş görmesine dikkat edilirdi. Kırılan buzlar güneşi görünce yumuşar, su olarak akıp giderdi.
Akan suyun önünde çocuklar kendilerince bend yapar, etrafında oyunlarını oynardı. Mart ayının sonunda ise artık etrafta buzdan eser kalmaz, her taraf buzdan temizlenmiş olurdu. Bu iş topluca yapılır; senin benim görevim, diye kimse birbiriyle mücadele etmezdi. Kazma ve küreği olmayanlara yardıma koşulur, böylece mahalle imece usulü temizlenirdi.
KAPI ÜSTÜNDE BOYNUZLAR
Anadolu insanı mert, cesur ve cömert bir yapıya sahiptir. Evine geleni ağırlar, yanında yöresinde olanlara bakar, yetimleri de korumaktan asla geri durmaz. Geçimini ya tarımla ya da hayvancılıkla temin eder, muhannete el açmaz. Öyle güzel hasletleri de vardır ki ancak araştırınca ortaya çıkar. Bu hasletlere ilk başta bakınca mana verilmez, zamanla içine girilince de çıkılmaz. Bu güzel hasletlerden biridir, kapı üstlerine asılan boynuzlar… Yüzlerce hatta binlerce eve girip çıksak o boynuzların orada neden asılı durduğunu merak etmeyiz. Merak edip sorunca da oradaki inceliğe hayran oluruz. Köylü bin bir zahmetle hayvanlarına bakar ve onları yetiştirir bir çocuk gibi. Büyütülen hayvanlar bir süre sonra meydana çıkarılır. Bir jüri önünde besili hayvanlar arz-ı endam ederek geçirilir. Tepeden tırnağa kontrol edilen hayvanların içerisinde en besili olan birinci seçilerek bıçak önüne yatırılır. Kesilen hayvanın etleri; konu komşu, çoluk çocukla birlikte ziyafet eşliğinde, afiyetle yenilir. Kesilen hayvanın boynuzları yetiştiricinin evinin kapısının üstüne çakılır. Çakılan boynuzlar bir yıl boyunca orada kalır; gelip geçenler o yılın, en iyi besicisinin o ev sahibi olduğunu böylelikle anlardı. Ertesi yıl yenisi seçilinceye kadar boynuzlar orada asılı kalırdı. Maksat; elbette gururlanmak değildi, bu güzel âdetin özünde… Zengin, fakir ayırt edilmeden bir masa etrafında toplanmak; et yiyemeyecek durumda olanları bu güzel adetten istifade ettirmekti. Böylelikle yenilir, içilir muhabbet edilir, gönüller hoş edilirdi, tıpkı bir bayram gününde olduğu gibi…