
Atatürk Üniversitesi, Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi, Türkçe ve Sosyal Alanlar Eğitimi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Kafkasyalı ile Ayasofya Üzerine Sohbet.
Haber Merkezi
PUSULA- Değerli Hocam, bildiğimiz kadarıyla sizde bir Ayasofya tutkusu vardır. Sizdeki bu Ayasofya tutkusunun sebebi nedir?
— Teşekkür ederim, tespitiniz doğrudur. Gerçekten bizim kuşakta “Ayasofya, tutkusu yüksektir. Sebebine gelince, bizim kuşağın, Türkiye Cumhuriyetinin dış ve iç müdahalelere fazla açık olduğu, kuzeyden olsun batıdan olsun işlerimize fazla karışıldığı, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “öz yurdumuzda garip” olduğumuz bir dönemde yaşamamızdandı. Sovyetler Birliği Kars’ı, Ardahan’ı istiyordu. “Dış Türkler ve akraba toplulukların” başka bir sözle soydaş ve dindaşlarımızın adını anamadığımız bir dönemdi. Evlerimizde mutlaka Ayasofya’nın resmi olurdu. Yeni camilere Ayasofya adı verilirdi. Şimdi de bu durum devam ediyor. Özellikle yurt dışında yapılan camilere “Ayasofya Camii” adı verilmektedir. Bu adlandırmalar tesadüfi değildir. Milletimizin beyninde için için yanan Ayasofya özleminin tezahürüdür. Kanaatim odur ki bu vatanın varisi her vatan evladında Ayasofya tutkusu vardır.
PUSULA — Bir konuşmanızda Ayasofya’nın çanının Rusların elinde olduğunu söylüyorsunuz. Bu konuya açıklık getirir misiniz?
— Efendim, şunu iyi bilmek gerekir ki, hiçbir Hristiyan’ın özellikle Slav ırkı ve Ortodoks Hıristiyanların hayalinden Ayasofya çıkmaz. Onlar için Ayasofya, hem siyasî hem de dinî olarak Slavlığın ve Ortodoksluğun kalbi demektir. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınışı sırasında Bizanslılar Ayasofya’nın çanını beraberlerinde götürmüşler. Bu çan Rusların eline geçmiş. Onlar da bu çanı eritip büyük bir haç yapmışlar. Bu haçı Ayasofya’nın tepesine dikmeye ant içmişler.

PUSULA — Bazı aydınlar, ‘Hristiyan âlemini uyandırmayalım, husumetini körüklemeyelim. Problem çıkarırlar.’ diyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Efendim, bu görüşe katılmak mümkün değil. Çok önemli bir atasözümüz var: “Su uyur, düşman uyumaz.” İstanbul ve Anadolu’da gözleri olanlar, hiç uyumadılar ki uyandıralım. Onlar her devirde ve dönemde uyanıktırlar. Bakınız bir örnek vereyim. Biliyorsunuz İstanbul’un fethinden 424 sene sonra 93 Harbinde Rus Çarlığının orduları doğudan ve batıdan Osmanlı Devleti’ne saldırdı. Doğudan Erzurum’a, Batı’dan Yeşilköy’e kadar geldiler. İstanbul’u işgal etmeye ramak kaldı. Ruslar malum “haç”ı Yeşilköy’e kadar getirdiler. Kıbrıs’ı “pay” alan İngilizlerin yardımıyla Sultan Abdülhamid Han büyük ödünler vererek “haç”ın dikilmesini önledi. Ruslar birini Kars’a diğerini de Yeşilköy’e olmak üzere iki zafer abidesi dikerek -bir dahaki sefere deyip- çekildiler!
----“İstanbul ve Anadolu’da gözleri olanlar, hiç uyumadılar ki uyandıralım. Onlar her devirde ve dönemde uyanıktırlar.”----
PUSULA — Bir daha ‘haç’ı getirebildiler mi?
Elbette. Bir sonraki gelişlerinde hem de Osmanlı Devleti’nin “Cenaze Marşını” yazarak geldiler. 1913’te Çar Nikola malum “haç”ı saraydan çıkararak büyük bir törenle Karadeniz’de hazırlanan Rus donanmasının komutanına teslim eder ve şu talimatı verir: “İstanbul’a girdiğinizde Hazreti Meryem’in mabedi olan Ayasofya’dan Muhammed’in icat ettiği o yalancı dinin yazılarını silerek, senin vekilin olan Çar Nikola ölünceye kadar ömrünü bu mabette geçirecek, diyerek haçı Ayasofya’nın üstüne dikin.” Bu hadiseyi Orenburg’da çıkan Vakit Gazetesi o gün baş makalesinde aynen yazar. Bu gazetenin, Çin, Hindistan, Türkistan ve Rusya’daki Türklerden 150 bin abonesi vardır. Bu haberi okuyan Türkler galeyana gelir. 400 milyon Müslümanın mukaddes dinine dil uzatıldığı ve hakaret edildiği için Ruslara karşı inkılâpçı Rus sosyalistleriyle iş birliği yapmaya başlarlar. Osmanlı Devleti, bütün Balkanları, Kıbrıs dâhil adaları kaybettiği, Rus ordusu İstanbul önlerine kadar geldiği hâlde “haç”ın Ayasofya’nın üzerine dikilmesine fırsat vermez.

PUSULA — Osmanlı Devleti’nin “Cenaze Marşını” yazarak geldiler, dediniz. Bu konuyu biraz açar mısınız.
— Çar Nikola, Slav birliğini kurmayı başararak Sırpları, Hırvatları, Bulgarları, Beyaz Rusları yanına alıp bütün Balkanları işgal ederek İstanbul’a yürürken niyetleri Türkleri Anadolu’dan çıkarıp Asya’ya göndermekti. O yıllarda Rus basınında çıkan şiirler, karikatürler ve bestelenen marşlar bunu açıkça göstermektedir. Rus bestekârlar, bir “Rus Marşı”nı değiştirerek “Osmanlı Matem Marşı” yaparlar. Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi bu marş eşliğinde Avrupa Türkiye’sinin tabutu Asya’ya yolcu edilmektedir. (3. fotoğraf)
Ortodoks-Slav birliğinin amacı nasıl, yeniden İstanbul ve Ayasofya ise, bizim halkımızın en sade vatandaşımızın bile aklında şuur altında Ayasofya'nın yeri vardır. Buna değişik yer ve zamanda vuku bulmuş sadece iki örnek verebilirim: Erzurum baro başkanlarından Avukat Faruk Terzioğlu, 1995 seçimlerinde Anavatan Partisinden milletvekili adayı olur. Propaganda için Tortum ilçesinin bir köyüne gider. Caminin önünde toplanan vatandaşlarla sohbet eder. Ayrılırken köyün çıkışında duvarın dibinde oturup güneşlenen bir adam görür. Onunla da görüşeyim der. Arabasını yakınında durdurup yanına gider. Adam, yırtık şapkasını gözüne indirmiş sigarasını tüttürmektedir. Yakası bağrı açık, sırtında eski püskü bir ceket, ayaklarında burunları delinmiş ve parmakları dışarı fırlamış lastikler.
Faruk Bey, partisini ve kendisini tanıttıktan sonra oyunu rica eder.
Deminden beri hayli ilgisiz görünen adam, kafasını yavaşça kaldırıp gözüne kadar inen yırtık şapkasını da yukarıya çektikten sonra gözlerini adayın gözlerine dikerek,
“İyi anlattın da şimdi senden bir söz istiyirem. Sizin parti iktidara gelirse Ayasofya’yı cami yapacahsız?”
Hiç beklemediği bir istekle karşılaşan Faruk Terzioğlu,
“Ulan Ayasofya’nın minareleri gözüne girsin! İstanbul’a gittin de namaz kılacak cami mi bulamadın? Deki bana bir çift ayakkabı al veya bana bir takım elbise…”
Bu hikâye tabii olarak ilk önce dudaklarda bir tebessüm oluşturmaktadır. Ancak Anadolu halkının vatan felsefesi düşünülünce bu tebessüm yerini vakur bir özleme bırakır.
---- “Atalarımız der ki, ‘Hazır ol cenge, istiyorsan sulh u salah.’ Savaşa hazır olmak sadece silahlanmakla olmuyor. Vatan evlatlarının ruhen ve bedenen de savaşa hazır tutulması gerekmektedir. Hâl böyle olunca halkın millî, manevî duyguları yüksek, hamaset ve şecaat duyguları zinde tutulmalıdır. Aksi hâlde tarihte çok acı örneklerini gördüğümüz olayların benzeri yaşanır.”----
Bir örnek daha vermek isterim:
Paris’e konferansa gelen Atina Türk Başkonsolosundan dinlemiştim.
Selanik’in Türk köylerinden iri yarı yaşlı bir Türk, vergisini yatırmak için ilgili daireye girer. Koca salonun dört bir yanında işlerini yapan çalışanları yüksek sesle “Selamünaleyküm!” diyerek selamlar. Kimseden ses çıkmaz.
Memurların tamamı Rum’dur. Üst başta şef makamında bulunan ihtiyar Rum, Türkçe,
“Osman Agaaa! Bunca zamandır Rumca öğrenmedin gitti.”
Osman Ağa, ellerini yana açıp hâkim bir eda ve gür sesiyle;
“Ne bileyim bu kadar zaman kalacaksınız. Bugün yarın çıkar gidersiniz diye düşünmüştüm!” der.

PUSULA - Bu iki örnek de çok etkileyici. Pek âlâ hocam anladığım kadarıyla bu bir devlet politikasının halktaki yansıması değil…
Elbette, Ayasofya Türk - İslâm âleminin zafer nişanlarından en büyük en önemli biridir. Türkün ondan önceki zafer nişanı Ani-Kars Kalesi’dir. Elli bin oğuz Türkünün kılıç çekip Bizans’ın gözünü kamaştırdığı ve Anadolu’nun kapısını açarak ilk olarak Ezan-ı Muhammedî’yi okuyup bütün Anadolu’yu şereflendirdiği yerdir. Onu müteakip zafer nişanı Anadolu’dur. Bir bütün olarak zafer nişanı olan Anadolu’yu ellerinden almak için bütün ordularıyla defalarca üzerlerine gelen Hıristiyan âlemine karşı Selçuklu hakanları kesintisiz yüz yıl savaştılar. Anadolu’da kanlarıyla sulamadıkları bir karış yer bırakmadılar. Yoruldular. Bayrağı torunları Osman Beylere teslim ettiler. Osman Oğulları tarihte eşine rastlanmayan büyük bir zafer tacını Türk-İslâm âlemine kazandırdılar. Dünyanın en büyük iki imparatorluğundan biri olan Bizans İmparatorluğunu dünya haritasından sildiler. Yeryüzünde esamisi okunmaz oldu. Bu zaferin tacı Ayasofya’dır. Doğu Türkistan’ın “Kurtuluş Marşı”nda denildiği gibi Ayasofya’nın yüzünü gözünü Türk kanıyla yıkayıp pakladık. Bir daha kirletmeyeceğiz, çünkü Türk’tür namımız. Ayasofya, tam anlamıyla Türk İslâm âleminin en önemli zafer tacı, iftihar abidesi olmuştur. Çok büyük kutsiyet kazanmıştır.
Atalarının kanı pahasına kılıç hakkı olarak kazandığı bu abidenin vârislerinin, mağrur bir eda ile Fatih’in, Akşemseddin’in yaptığı gibi başını secdeye koyup her dem şükür namazı kılması; ecdadının maneviyat ve mağfiret ikliminde bulunması tabii hakkıdır.
Yahya Kemal’in dediği gibi “dili bir, gönlü bir, îmânı bir insanların toplanıp büyük Allah’ı anması ve binlerce Tekbîr’in tek bir ses olması gerekir.
Bazıları der ki, canım namaz kılmaya cami mi yoktur. Yanı başında kocaman Sultan Ahmet Camii vardır. Siyasiler konjonktürel düşünüp benzer sözler diyebilirler. Ancak bu “Zafer Nişanı”nın varisleri böyle düşünüp konuşamaz. Mesele namaz kılmak değildir. Muzaffer atalarının ruhunu, gücünü, kuvvetini, kudretini, vahdetini, haşmetini, haşyetini hissetmektir.
Zamanın başbakanı Bülent Ecevit, haşhaş meselesinde Amerika’yı dinlemeyince hükümet sözcüsü Ecevit’i “Sultan Ahmet Camisi’ni vurmakla tehdit ettiydi.

PUSULA — Bu noktada tarihten ders alınması gerektiğinin önemi bir defa daha karşımıza çıkıyor öyle mi hocam?
Atalarımız der ki, “Hazır ol cenge, istiyorsan sulh u salah.” Savaşa hazır olmak sadece silahlanmakla olmuyor. Vatan evlatlarının ruhen ve bedenen de savaşa hazır tutulması gerekmektedir. Hâl böyle olunca halkın millî, manevî duyguları yüksek, hamaset ve şecaat duyguları zinde tutulmalıdır.
Aksi hâlde tarihte çok acı örneklerini gördüğümüz olayların benzeri yaşanır.
Müslüman Araplar, Kafkaslar ve Türkistan’dan getirdikleri Türk askerlerinin de desteği ile İspanya’ya 711 yılında çıkmayı başardılar. Büyük bir medeniyet kurdular. İlmin ışığı, İslam’ın imanı ve ahlâkı, milletin gücü ile büyük devlet ve medeniyet kurdular. Ancak ne zaman ki ilmî, ahlâkı bir yana bıraktılar ve “zil, şal ve gül!” meşkine düştüler güç birliği yapan Hıristiyanlar 900 sene geçmesine rağmen Tarık Bin Ziyad’ın ruhundan uzaklaşan “Arapları” süpürüp attılar.
İstanbul’un fethinin üzerinden daha 567 yıl geçmiştir!
Aslında uzaklara, ta İspanyalara gitmeye gerek yok. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Viyana, Budapeşte, Sivastopol, Odesa, Plevne, Üsküp, Kosova, Zağra, Selanik, Girit, Kıbrıs, Kudüs, Halep, Musul, Kerkük, Basra, Ahıska, Ahılkelek Osmanlı Devletinin sınırları içerisinde değil miydi?
Haber Merkezi
PUSULA- Değerli Hocam, bildiğimiz kadarıyla sizde bir Ayasofya tutkusu vardır. Sizdeki bu Ayasofya tutkusunun sebebi nedir?
— Teşekkür ederim, tespitiniz doğrudur. Gerçekten bizim kuşakta “Ayasofya, tutkusu yüksektir. Sebebine gelince, bizim kuşağın, Türkiye Cumhuriyetinin dış ve iç müdahalelere fazla açık olduğu, kuzeyden olsun batıdan olsun işlerimize fazla karışıldığı, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “öz yurdumuzda garip” olduğumuz bir dönemde yaşamamızdandı. Sovyetler Birliği Kars’ı, Ardahan’ı istiyordu. “Dış Türkler ve akraba toplulukların” başka bir sözle soydaş ve dindaşlarımızın adını anamadığımız bir dönemdi. Evlerimizde mutlaka Ayasofya’nın resmi olurdu. Yeni camilere Ayasofya adı verilirdi. Şimdi de bu durum devam ediyor. Özellikle yurt dışında yapılan camilere “Ayasofya Camii” adı verilmektedir. Bu adlandırmalar tesadüfi değildir. Milletimizin beyninde için için yanan Ayasofya özleminin tezahürüdür. Kanaatim odur ki bu vatanın varisi her vatan evladında Ayasofya tutkusu vardır.
PUSULA — Bir konuşmanızda Ayasofya’nın çanının Rusların elinde olduğunu söylüyorsunuz. Bu konuya açıklık getirir misiniz?
— Efendim, şunu iyi bilmek gerekir ki, hiçbir Hristiyan’ın özellikle Slav ırkı ve Ortodoks Hıristiyanların hayalinden Ayasofya çıkmaz. Onlar için Ayasofya, hem siyasî hem de dinî olarak Slavlığın ve Ortodoksluğun kalbi demektir. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından alınışı sırasında Bizanslılar Ayasofya’nın çanını beraberlerinde götürmüşler. Bu çan Rusların eline geçmiş. Onlar da bu çanı eritip büyük bir haç yapmışlar. Bu haçı Ayasofya’nın tepesine dikmeye ant içmişler.

PUSULA — Bazı aydınlar, ‘Hristiyan âlemini uyandırmayalım, husumetini körüklemeyelim. Problem çıkarırlar.’ diyor. Bu görüşe katılıyor musunuz?
Efendim, bu görüşe katılmak mümkün değil. Çok önemli bir atasözümüz var: “Su uyur, düşman uyumaz.” İstanbul ve Anadolu’da gözleri olanlar, hiç uyumadılar ki uyandıralım. Onlar her devirde ve dönemde uyanıktırlar. Bakınız bir örnek vereyim. Biliyorsunuz İstanbul’un fethinden 424 sene sonra 93 Harbinde Rus Çarlığının orduları doğudan ve batıdan Osmanlı Devleti’ne saldırdı. Doğudan Erzurum’a, Batı’dan Yeşilköy’e kadar geldiler. İstanbul’u işgal etmeye ramak kaldı. Ruslar malum “haç”ı Yeşilköy’e kadar getirdiler. Kıbrıs’ı “pay” alan İngilizlerin yardımıyla Sultan Abdülhamid Han büyük ödünler vererek “haç”ın dikilmesini önledi. Ruslar birini Kars’a diğerini de Yeşilköy’e olmak üzere iki zafer abidesi dikerek -bir dahaki sefere deyip- çekildiler!
----“İstanbul ve Anadolu’da gözleri olanlar, hiç uyumadılar ki uyandıralım. Onlar her devirde ve dönemde uyanıktırlar.”----
PUSULA — Bir daha ‘haç’ı getirebildiler mi?
Elbette. Bir sonraki gelişlerinde hem de Osmanlı Devleti’nin “Cenaze Marşını” yazarak geldiler. 1913’te Çar Nikola malum “haç”ı saraydan çıkararak büyük bir törenle Karadeniz’de hazırlanan Rus donanmasının komutanına teslim eder ve şu talimatı verir: “İstanbul’a girdiğinizde Hazreti Meryem’in mabedi olan Ayasofya’dan Muhammed’in icat ettiği o yalancı dinin yazılarını silerek, senin vekilin olan Çar Nikola ölünceye kadar ömrünü bu mabette geçirecek, diyerek haçı Ayasofya’nın üstüne dikin.” Bu hadiseyi Orenburg’da çıkan Vakit Gazetesi o gün baş makalesinde aynen yazar. Bu gazetenin, Çin, Hindistan, Türkistan ve Rusya’daki Türklerden 150 bin abonesi vardır. Bu haberi okuyan Türkler galeyana gelir. 400 milyon Müslümanın mukaddes dinine dil uzatıldığı ve hakaret edildiği için Ruslara karşı inkılâpçı Rus sosyalistleriyle iş birliği yapmaya başlarlar. Osmanlı Devleti, bütün Balkanları, Kıbrıs dâhil adaları kaybettiği, Rus ordusu İstanbul önlerine kadar geldiği hâlde “haç”ın Ayasofya’nın üzerine dikilmesine fırsat vermez.

PUSULA — Osmanlı Devleti’nin “Cenaze Marşını” yazarak geldiler, dediniz. Bu konuyu biraz açar mısınız.
— Çar Nikola, Slav birliğini kurmayı başararak Sırpları, Hırvatları, Bulgarları, Beyaz Rusları yanına alıp bütün Balkanları işgal ederek İstanbul’a yürürken niyetleri Türkleri Anadolu’dan çıkarıp Asya’ya göndermekti. O yıllarda Rus basınında çıkan şiirler, karikatürler ve bestelenen marşlar bunu açıkça göstermektedir. Rus bestekârlar, bir “Rus Marşı”nı değiştirerek “Osmanlı Matem Marşı” yaparlar. Aşağıdaki resimde görüldüğü gibi bu marş eşliğinde Avrupa Türkiye’sinin tabutu Asya’ya yolcu edilmektedir. (3. fotoğraf)
Ortodoks-Slav birliğinin amacı nasıl, yeniden İstanbul ve Ayasofya ise, bizim halkımızın en sade vatandaşımızın bile aklında şuur altında Ayasofya'nın yeri vardır. Buna değişik yer ve zamanda vuku bulmuş sadece iki örnek verebilirim: Erzurum baro başkanlarından Avukat Faruk Terzioğlu, 1995 seçimlerinde Anavatan Partisinden milletvekili adayı olur. Propaganda için Tortum ilçesinin bir köyüne gider. Caminin önünde toplanan vatandaşlarla sohbet eder. Ayrılırken köyün çıkışında duvarın dibinde oturup güneşlenen bir adam görür. Onunla da görüşeyim der. Arabasını yakınında durdurup yanına gider. Adam, yırtık şapkasını gözüne indirmiş sigarasını tüttürmektedir. Yakası bağrı açık, sırtında eski püskü bir ceket, ayaklarında burunları delinmiş ve parmakları dışarı fırlamış lastikler.
Faruk Bey, partisini ve kendisini tanıttıktan sonra oyunu rica eder.
Deminden beri hayli ilgisiz görünen adam, kafasını yavaşça kaldırıp gözüne kadar inen yırtık şapkasını da yukarıya çektikten sonra gözlerini adayın gözlerine dikerek,
“İyi anlattın da şimdi senden bir söz istiyirem. Sizin parti iktidara gelirse Ayasofya’yı cami yapacahsız?”
Hiç beklemediği bir istekle karşılaşan Faruk Terzioğlu,
“Ulan Ayasofya’nın minareleri gözüne girsin! İstanbul’a gittin de namaz kılacak cami mi bulamadın? Deki bana bir çift ayakkabı al veya bana bir takım elbise…”
Bu hikâye tabii olarak ilk önce dudaklarda bir tebessüm oluşturmaktadır. Ancak Anadolu halkının vatan felsefesi düşünülünce bu tebessüm yerini vakur bir özleme bırakır.
---- “Atalarımız der ki, ‘Hazır ol cenge, istiyorsan sulh u salah.’ Savaşa hazır olmak sadece silahlanmakla olmuyor. Vatan evlatlarının ruhen ve bedenen de savaşa hazır tutulması gerekmektedir. Hâl böyle olunca halkın millî, manevî duyguları yüksek, hamaset ve şecaat duyguları zinde tutulmalıdır. Aksi hâlde tarihte çok acı örneklerini gördüğümüz olayların benzeri yaşanır.”----
Bir örnek daha vermek isterim:
Paris’e konferansa gelen Atina Türk Başkonsolosundan dinlemiştim.
Selanik’in Türk köylerinden iri yarı yaşlı bir Türk, vergisini yatırmak için ilgili daireye girer. Koca salonun dört bir yanında işlerini yapan çalışanları yüksek sesle “Selamünaleyküm!” diyerek selamlar. Kimseden ses çıkmaz.
Memurların tamamı Rum’dur. Üst başta şef makamında bulunan ihtiyar Rum, Türkçe,
“Osman Agaaa! Bunca zamandır Rumca öğrenmedin gitti.”
Osman Ağa, ellerini yana açıp hâkim bir eda ve gür sesiyle;
“Ne bileyim bu kadar zaman kalacaksınız. Bugün yarın çıkar gidersiniz diye düşünmüştüm!” der.

PUSULA - Bu iki örnek de çok etkileyici. Pek âlâ hocam anladığım kadarıyla bu bir devlet politikasının halktaki yansıması değil…
Elbette, Ayasofya Türk - İslâm âleminin zafer nişanlarından en büyük en önemli biridir. Türkün ondan önceki zafer nişanı Ani-Kars Kalesi’dir. Elli bin oğuz Türkünün kılıç çekip Bizans’ın gözünü kamaştırdığı ve Anadolu’nun kapısını açarak ilk olarak Ezan-ı Muhammedî’yi okuyup bütün Anadolu’yu şereflendirdiği yerdir. Onu müteakip zafer nişanı Anadolu’dur. Bir bütün olarak zafer nişanı olan Anadolu’yu ellerinden almak için bütün ordularıyla defalarca üzerlerine gelen Hıristiyan âlemine karşı Selçuklu hakanları kesintisiz yüz yıl savaştılar. Anadolu’da kanlarıyla sulamadıkları bir karış yer bırakmadılar. Yoruldular. Bayrağı torunları Osman Beylere teslim ettiler. Osman Oğulları tarihte eşine rastlanmayan büyük bir zafer tacını Türk-İslâm âlemine kazandırdılar. Dünyanın en büyük iki imparatorluğundan biri olan Bizans İmparatorluğunu dünya haritasından sildiler. Yeryüzünde esamisi okunmaz oldu. Bu zaferin tacı Ayasofya’dır. Doğu Türkistan’ın “Kurtuluş Marşı”nda denildiği gibi Ayasofya’nın yüzünü gözünü Türk kanıyla yıkayıp pakladık. Bir daha kirletmeyeceğiz, çünkü Türk’tür namımız. Ayasofya, tam anlamıyla Türk İslâm âleminin en önemli zafer tacı, iftihar abidesi olmuştur. Çok büyük kutsiyet kazanmıştır.
Atalarının kanı pahasına kılıç hakkı olarak kazandığı bu abidenin vârislerinin, mağrur bir eda ile Fatih’in, Akşemseddin’in yaptığı gibi başını secdeye koyup her dem şükür namazı kılması; ecdadının maneviyat ve mağfiret ikliminde bulunması tabii hakkıdır.
Yahya Kemal’in dediği gibi “dili bir, gönlü bir, îmânı bir insanların toplanıp büyük Allah’ı anması ve binlerce Tekbîr’in tek bir ses olması gerekir.
Bazıları der ki, canım namaz kılmaya cami mi yoktur. Yanı başında kocaman Sultan Ahmet Camii vardır. Siyasiler konjonktürel düşünüp benzer sözler diyebilirler. Ancak bu “Zafer Nişanı”nın varisleri böyle düşünüp konuşamaz. Mesele namaz kılmak değildir. Muzaffer atalarının ruhunu, gücünü, kuvvetini, kudretini, vahdetini, haşmetini, haşyetini hissetmektir.
Zamanın başbakanı Bülent Ecevit, haşhaş meselesinde Amerika’yı dinlemeyince hükümet sözcüsü Ecevit’i “Sultan Ahmet Camisi’ni vurmakla tehdit ettiydi.

PUSULA — Bu noktada tarihten ders alınması gerektiğinin önemi bir defa daha karşımıza çıkıyor öyle mi hocam?
Atalarımız der ki, “Hazır ol cenge, istiyorsan sulh u salah.” Savaşa hazır olmak sadece silahlanmakla olmuyor. Vatan evlatlarının ruhen ve bedenen de savaşa hazır tutulması gerekmektedir. Hâl böyle olunca halkın millî, manevî duyguları yüksek, hamaset ve şecaat duyguları zinde tutulmalıdır.
Aksi hâlde tarihte çok acı örneklerini gördüğümüz olayların benzeri yaşanır.
Müslüman Araplar, Kafkaslar ve Türkistan’dan getirdikleri Türk askerlerinin de desteği ile İspanya’ya 711 yılında çıkmayı başardılar. Büyük bir medeniyet kurdular. İlmin ışığı, İslam’ın imanı ve ahlâkı, milletin gücü ile büyük devlet ve medeniyet kurdular. Ancak ne zaman ki ilmî, ahlâkı bir yana bıraktılar ve “zil, şal ve gül!” meşkine düştüler güç birliği yapan Hıristiyanlar 900 sene geçmesine rağmen Tarık Bin Ziyad’ın ruhundan uzaklaşan “Arapları” süpürüp attılar.
İstanbul’un fethinin üzerinden daha 567 yıl geçmiştir!
Aslında uzaklara, ta İspanyalara gitmeye gerek yok. 19. yüzyılın son çeyreğine kadar Viyana, Budapeşte, Sivastopol, Odesa, Plevne, Üsküp, Kosova, Zağra, Selanik, Girit, Kıbrıs, Kudüs, Halep, Musul, Kerkük, Basra, Ahıska, Ahılkelek Osmanlı Devletinin sınırları içerisinde değil miydi?
