
Ayrılığın bin bir çeşidi var...
Anadan-babadan, sevgiliden, eşten, evlattan, büyüttüğün bir ağaçtan ya da bir hayvandan, bir yerden, bir topluluktan, bir eşyadan ya da daha soyut olarak bir çağdan, bir dönemden ayrılmak…
Birkaç gün sonra buluşmak kaydıyla yahut bir daha hiç görüşmemek üzere ayrılmak; bir otogarda, bir tren istasyonunda ‘Hoşçakal' diyerek birinden ayrılmak ya da musalla taşında yatan biriyle son defa helalleşerek ayrılmak…
Sadece birkaçını saydım, kaldı ayrılığın dokuz yüz doksan çeşidi…
Ama hangi çeşidi olursa olsun ve o azap salgılayıcı kökleri ne kadar derinimize inerse insin, bir ayrılığın acısı diğerinin tıpa tıp aynısı değil. Parmak izleri gibi ayrılık izleri de başka başka oluyor. Bununla birlikte zamanın bilinen akışında, ayrılık yaşanmadan geçirilmiş bir tek saniye bile yok. Her an birileri, bir yerlerde; birilerinden, bir şeylerden ya da bir zaman parçasından ayrılarak bu zincire ekleniyor. Ayrılmışlar ve hasret çekenler zincirine…
Sürekli birileri ekleniyor, sürekli…
Bazıları baş edebiliyor bununla, bazıları altında kalıp çöküyor, eziliyor, çürüyor…
Birbirine ulanan sonsuz hasretler zinciri bu. İnsanın ayağına, yüreğine, aklına dolanıyor, dolanıyor, dolanıyor…
★★
Yine de…
En dayanılmaz hasrette bile…
En uzun süren gurbette bile…
Şu ihtimal hep var: Bir gün nasılsa özlem biter ve kavuşulur !..
Nasılsa vuslat olur!
İnanması ve açıklaması güç ama yüz yıl ya da bin yıl sonra bile olsa kavuşmak sanki hep var. Sabır içinde katlanılması imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor bu, değil mi?
Ama iyi ki katlanılması imkânsız değil; insan sabrederse, dayanabilirse hasretini çektiği şeye bir biçimde kavuşuyor. Bakın, dile kolay tam üç bin yıl önce yazılmış bir Likya şiirinde ne deniyor:
“Beni bulamazsan üzülme, eşyamı bulacaksın burada
Kestiğim taşları, açtığım yolları, yonttuğum heykelleri bulacaksın
Ve göreceksin, binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine…”
Harikulade, olağanüstü, muhteşem bir şiir…
Ve eğer bu şiirdeki gibiyse ayrılık dediğimiz şey nedir ki?
Ne sevgiden daha güçlü ne de zamandan daha dirençli bir şeydir o.
Ayrılık ne sanıldığı kadar korkunçtur ne sanıldığı kadar sonsuz.
Ve kavuşmak denilen şey o halde, bir viran şehirde, binlerce yılın aşındırdığı kalıntıların arasında dolaşan bir kadının, mermere gizli parmak izine dokunarak 3 bin yıl önce ölmüş Likyalı bir adamla bugün, şimdi buluşması gibi bir şeydir…
Bu ürkütücü bir şey değil.
Aksine çok romantik, fantastik, çok dramatik bir şey.
Ve mucizevî bir şey tabii…
★★
Bitirmeden…
Şu Likya şiiriyle ilgili ayrıntıları merak edenler için kısa bir not:
Az önce okuduğunuz şiir, yazılmasından -ya da taşa kazınmasından- tam 3 bin yıl sonra, 2009 yılında, Antalya’nın batısındaki Myra antik kenti kazılarında ortaya çıkarılmış.
Ve aynı yıl bizim dilimize aktarmış.
12 yıl önce yani ‘yeniden doğmuş’…
Zaman dokunduğu her şeyi öğütüp unufak ederken bizde ‘sanki sevdiklerimizden hiç ayrılmayacakmışız, sanki ayrılsak da bir süre sonra, belki de binlerce yıl sonra ama mutlaka, her halükârda kavuşacakmışız’ hissi uyandıran çok çarpıcı bir şiir bu.
Ve ‘Likya edebiyatı’ hakkında fikir edindiğimiz -şimdilik- tek örnek…
Anadan-babadan, sevgiliden, eşten, evlattan, büyüttüğün bir ağaçtan ya da bir hayvandan, bir yerden, bir topluluktan, bir eşyadan ya da daha soyut olarak bir çağdan, bir dönemden ayrılmak…
Birkaç gün sonra buluşmak kaydıyla yahut bir daha hiç görüşmemek üzere ayrılmak; bir otogarda, bir tren istasyonunda ‘Hoşçakal' diyerek birinden ayrılmak ya da musalla taşında yatan biriyle son defa helalleşerek ayrılmak…
Sadece birkaçını saydım, kaldı ayrılığın dokuz yüz doksan çeşidi…
Ama hangi çeşidi olursa olsun ve o azap salgılayıcı kökleri ne kadar derinimize inerse insin, bir ayrılığın acısı diğerinin tıpa tıp aynısı değil. Parmak izleri gibi ayrılık izleri de başka başka oluyor. Bununla birlikte zamanın bilinen akışında, ayrılık yaşanmadan geçirilmiş bir tek saniye bile yok. Her an birileri, bir yerlerde; birilerinden, bir şeylerden ya da bir zaman parçasından ayrılarak bu zincire ekleniyor. Ayrılmışlar ve hasret çekenler zincirine…
Sürekli birileri ekleniyor, sürekli…
Bazıları baş edebiliyor bununla, bazıları altında kalıp çöküyor, eziliyor, çürüyor…
Birbirine ulanan sonsuz hasretler zinciri bu. İnsanın ayağına, yüreğine, aklına dolanıyor, dolanıyor, dolanıyor…
★★
Yine de…
En dayanılmaz hasrette bile…
En uzun süren gurbette bile…
Şu ihtimal hep var: Bir gün nasılsa özlem biter ve kavuşulur !..
Nasılsa vuslat olur!
İnanması ve açıklaması güç ama yüz yıl ya da bin yıl sonra bile olsa kavuşmak sanki hep var. Sabır içinde katlanılması imkânsız bir şeymiş gibi görünüyor bu, değil mi?
Ama iyi ki katlanılması imkânsız değil; insan sabrederse, dayanabilirse hasretini çektiği şeye bir biçimde kavuşuyor. Bakın, dile kolay tam üç bin yıl önce yazılmış bir Likya şiirinde ne deniyor:
“Beni bulamazsan üzülme, eşyamı bulacaksın burada
Kestiğim taşları, açtığım yolları, yonttuğum heykelleri bulacaksın
Ve göreceksin, binlerce yıl öteden
Parmak izlerimiz değecek birbirine…”
Harikulade, olağanüstü, muhteşem bir şiir…
Ve eğer bu şiirdeki gibiyse ayrılık dediğimiz şey nedir ki?
Ne sevgiden daha güçlü ne de zamandan daha dirençli bir şeydir o.
Ayrılık ne sanıldığı kadar korkunçtur ne sanıldığı kadar sonsuz.
Ve kavuşmak denilen şey o halde, bir viran şehirde, binlerce yılın aşındırdığı kalıntıların arasında dolaşan bir kadının, mermere gizli parmak izine dokunarak 3 bin yıl önce ölmüş Likyalı bir adamla bugün, şimdi buluşması gibi bir şeydir…
Bu ürkütücü bir şey değil.
Aksine çok romantik, fantastik, çok dramatik bir şey.
Ve mucizevî bir şey tabii…
★★
Bitirmeden…
Şu Likya şiiriyle ilgili ayrıntıları merak edenler için kısa bir not:
Az önce okuduğunuz şiir, yazılmasından -ya da taşa kazınmasından- tam 3 bin yıl sonra, 2009 yılında, Antalya’nın batısındaki Myra antik kenti kazılarında ortaya çıkarılmış.
Ve aynı yıl bizim dilimize aktarmış.
12 yıl önce yani ‘yeniden doğmuş’…
Zaman dokunduğu her şeyi öğütüp unufak ederken bizde ‘sanki sevdiklerimizden hiç ayrılmayacakmışız, sanki ayrılsak da bir süre sonra, belki de binlerce yıl sonra ama mutlaka, her halükârda kavuşacakmışız’ hissi uyandıran çok çarpıcı bir şiir bu.
Ve ‘Likya edebiyatı’ hakkında fikir edindiğimiz -şimdilik- tek örnek…