
Hiç şüphesiz insanı diğer varlıklardan ayıran en temel özelliği, bilgi elde etme ve bilgisi doğrultusunda hareket etme yetisidir. "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.'' (Ahzab-71) ayeti, bize "emanet" kavramı kapsamında din, itaat, akıl, sınırlar ve sorumlulukların yanı sıra ilim ve hidayeti yüklenmeye de sadece insan tabiatının kabiliyetli olduğunu bildirir. Bilgi gibi bir değeri taşıyabilecek ve onu yeryüzünde Rabbin rızasına uygun bir hayatın inşası yolunda kullanabilecek tek varlık insandır. Bizatihi muhterem ve değerli olan bilginin bu saygınlığına uygun hareket etmek de, en az onu elde etmek kadar önemlidir.
Bilgi sahibi, onu bu asil konumuna yaraşır bir şekilde, doğru ve ahlaklı bir yöntemle kullandığı zaman âlim sıfatını kazanır. Aksi takdirde aynı bilgi birikimine sahip olduğu halde zalim ve cahil konumuna düşebilir. Gerçek alim başkalarına aktardığı bilgiyi öncelikle kendisi özümseyen ve hayatına yansıtan kişidir. Bildiği ve insanları teşvik ettiği doğrulara göre yaşamayan bilgili kişinin hadiste temsil olarak anlatılan içler acısı durumunu Resülullah (sav) şöyle anlatır: "Kıyamet günü bir adam getirilip cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı fırlar. O kişi, eşeğin değirmen taşı ile döndüğü gibi bağırsaklarıyla birlikte dönmeye başlar. Derken etrafına cehennemlikler toplanır ve 'Ey falan, ne bu hal? Sen iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaz mıydın?' derler. O da, 'Evet, ben iyiliği emrederdim, ama onu kendim yapmazdım. Kötülükten alıkoyardım, ama onu kendim yapardım.' diye karşılık verir."(Müslim, Züht,51)
Hadiste yapılan benzetme, bilgi ahlakına ve yönetim sorumluluğuna sahip olmamanın vahim durumunu ve akıbetini bizlere tasvir etmektedir. Bir insan düşünün, ateşe atılmış, ardından iç organları dışarı fırlamış ve onların etrafında tıpkı eşeğin değirmen taşı etrafında döndüğü gibi dönerek kıvranmaya başlamış. Bu arada dünyadayken kendisini iyi bilen kişiler de etrafına toplanmış onu seyrediyorlar! Bu insanın zavallı, iğrenç ve ürkütücü hali neyse, bilgiyle ve insanların yönetimiyle meşgul olup da bunun yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin durumu da işte budur.
Amele dönüşmeyen, ahlak veya davranış boyutunda olumlu bir yansıması olmayan ilim, sahibine yük olmaktan başka bir işe yaramaz. İlim sahibinin bilginin ışığıyla etrafını aydınlatırken, onun feyiz ve bereketi ile kendi iç dünyasını da aydınlatması ve davranışlarını bu bilginin gerektirdiği şekilde düzeltmesi âlim olmanın temel şartıdır. Süfyan b. Uyeyne, kişinin, sahip olduğu bilgiyi başkalarına aktarmadan önce iyice belleyip özümsemesi gerektiğini şu şekilde ifade eder: "İlmin başı güzelce dinlemektir. Sonra onu bellemek, sonra anlayıp kavramak, sonra bilgiyi uygulamak ve en sonunda da onu neşredip yaymak der. Allah Resulü, bilgisini başkalarına aktaran ama kendisini bundan mahrum bırakan kişileri, 'Etrafını aydınlattığı halde kendisini yakan kandil'e benzetmiştir. (İbn Ebu Şeybe,Musannef, Zühd, 59;) Muaz b. Cebel ile Peygamberimiz arasında geçen şu konuşma, ilim adamlarının toplum içindeki rollerine ve sorumluluklarına dikkat çekmektedir: Genç sahabi Muaz der ki: "Resulullah tavaf yaparken ona yanaştım ve "İnsanların hangisi en şerlidir?" diye sordum. "Allah'ım (bizi) affet! (Muaz!) sen şerden değil, hayırdan sor. İnsanların en şerlileri en şerli alimler, en hayırlıları da en hayırlı alimlerdir." buyurdu. (Darimi , Mukaddime, 34) Bilgi, doğası gereği etkileme, dönüştürme ve fayda üretme kuvvetine sahiptir. Bilginin istismarı, onun bu gücünün olumsuz sonuçlar doğurmasına, şerre hizmet etmesine sebep olacaktır.
Kur'an'a göre de bozgunculuğun yayılmasında, görevlerini hakkıyla yerine getiren ilim ve irfan sahibi, hayırlı ve faziletli kimselerin azlığının (Hud-116) yanı sıra, bildikleri halde insanları haram yemekten ve günah işlemekten alıkoymayan bilgin din adamlarının (Maide-63 ) umursamaz ve sorumsuz tavırları önemli rol oynamaktadır. Sahip olduğu bilgiyi paylaşmayan, bilgisini kişisel tatmin aracı yapan, tecrübelerini toplumun yararına sunmayarak bencil davranan, bilgisini çıkarlarına alet eden, Özellikle de kritik zamanlarda toplumsal duyarlılıkların sesi olmayan alimler hakkında Peygamberimiz (sav) ve şöyle buyurmuştur: ''Allah'ın rızası için öğrenil (mesi gerek) en bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu (dahi) alamayacaktır." Kısacası bilgi başlı başına bir sınavdır. Bilgi ahlakına sahip olma ve onu koruma daha zor bir sınavdır.
FIKIH KÖŞEMİZ:
Bir kimse bazı meselelerde başka bir mezhebin görüşüne göre amel edebilir mi?
Bir kimsenin belli bir mezhebe bağlanması dini bir gereklilik olmayıp, kişiye amelî hayatında kolaylık sağlayan bir yoldur. Bu anlamda mezhepler ayet ve hadisler göz önünde bulundurularak orya çıkmış yorumlardır. “Hak kabul edilen” bu yorumların hepsi saygıdeğerdir, hepsi “Allah’ın rızasını” temel alan içtihatlar bütünüdür. Bu çerçevede bir fıkıh mezhebinin bağlısı kendi mezhebindeki bir görüşü uyguladığı zaman sıkıntı yaşayacak ve zorluk çekecekse, o sıkıntı ve zorluğu aşmak için, başka bir fıkıh mezhebinin hükmünü taklit edebilir, bunda mahzur yoktur. Ancak başka mezheplerin hükümlerini taklit ederken, bir zaruret olmaksızın, keyfî olarak diğer mezheplerin sadece kolay hükümlerini almak ve mezheplerin görüşlerini sonuçta hiçbir fıkıh mezhebine uygun olmayacak bir biçimde birleştirmek yani telfik samimi kulluk duygusuyla bağdaşmayacağı için uygun görülmemiştir.
Bilgi sahibi, onu bu asil konumuna yaraşır bir şekilde, doğru ve ahlaklı bir yöntemle kullandığı zaman âlim sıfatını kazanır. Aksi takdirde aynı bilgi birikimine sahip olduğu halde zalim ve cahil konumuna düşebilir. Gerçek alim başkalarına aktardığı bilgiyi öncelikle kendisi özümseyen ve hayatına yansıtan kişidir. Bildiği ve insanları teşvik ettiği doğrulara göre yaşamayan bilgili kişinin hadiste temsil olarak anlatılan içler acısı durumunu Resülullah (sav) şöyle anlatır: "Kıyamet günü bir adam getirilip cehenneme atılır ve bağırsakları dışarı fırlar. O kişi, eşeğin değirmen taşı ile döndüğü gibi bağırsaklarıyla birlikte dönmeye başlar. Derken etrafına cehennemlikler toplanır ve 'Ey falan, ne bu hal? Sen iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaz mıydın?' derler. O da, 'Evet, ben iyiliği emrederdim, ama onu kendim yapmazdım. Kötülükten alıkoyardım, ama onu kendim yapardım.' diye karşılık verir."(Müslim, Züht,51)
Hadiste yapılan benzetme, bilgi ahlakına ve yönetim sorumluluğuna sahip olmamanın vahim durumunu ve akıbetini bizlere tasvir etmektedir. Bir insan düşünün, ateşe atılmış, ardından iç organları dışarı fırlamış ve onların etrafında tıpkı eşeğin değirmen taşı etrafında döndüğü gibi dönerek kıvranmaya başlamış. Bu arada dünyadayken kendisini iyi bilen kişiler de etrafına toplanmış onu seyrediyorlar! Bu insanın zavallı, iğrenç ve ürkütücü hali neyse, bilgiyle ve insanların yönetimiyle meşgul olup da bunun yükümlülüğünü yerine getirmeyenlerin durumu da işte budur.
Amele dönüşmeyen, ahlak veya davranış boyutunda olumlu bir yansıması olmayan ilim, sahibine yük olmaktan başka bir işe yaramaz. İlim sahibinin bilginin ışığıyla etrafını aydınlatırken, onun feyiz ve bereketi ile kendi iç dünyasını da aydınlatması ve davranışlarını bu bilginin gerektirdiği şekilde düzeltmesi âlim olmanın temel şartıdır. Süfyan b. Uyeyne, kişinin, sahip olduğu bilgiyi başkalarına aktarmadan önce iyice belleyip özümsemesi gerektiğini şu şekilde ifade eder: "İlmin başı güzelce dinlemektir. Sonra onu bellemek, sonra anlayıp kavramak, sonra bilgiyi uygulamak ve en sonunda da onu neşredip yaymak der. Allah Resulü, bilgisini başkalarına aktaran ama kendisini bundan mahrum bırakan kişileri, 'Etrafını aydınlattığı halde kendisini yakan kandil'e benzetmiştir. (İbn Ebu Şeybe,Musannef, Zühd, 59;) Muaz b. Cebel ile Peygamberimiz arasında geçen şu konuşma, ilim adamlarının toplum içindeki rollerine ve sorumluluklarına dikkat çekmektedir: Genç sahabi Muaz der ki: "Resulullah tavaf yaparken ona yanaştım ve "İnsanların hangisi en şerlidir?" diye sordum. "Allah'ım (bizi) affet! (Muaz!) sen şerden değil, hayırdan sor. İnsanların en şerlileri en şerli alimler, en hayırlıları da en hayırlı alimlerdir." buyurdu. (Darimi , Mukaddime, 34) Bilgi, doğası gereği etkileme, dönüştürme ve fayda üretme kuvvetine sahiptir. Bilginin istismarı, onun bu gücünün olumsuz sonuçlar doğurmasına, şerre hizmet etmesine sebep olacaktır.
Kur'an'a göre de bozgunculuğun yayılmasında, görevlerini hakkıyla yerine getiren ilim ve irfan sahibi, hayırlı ve faziletli kimselerin azlığının (Hud-116) yanı sıra, bildikleri halde insanları haram yemekten ve günah işlemekten alıkoymayan bilgin din adamlarının (Maide-63 ) umursamaz ve sorumsuz tavırları önemli rol oynamaktadır. Sahip olduğu bilgiyi paylaşmayan, bilgisini kişisel tatmin aracı yapan, tecrübelerini toplumun yararına sunmayarak bencil davranan, bilgisini çıkarlarına alet eden, Özellikle de kritik zamanlarda toplumsal duyarlılıkların sesi olmayan alimler hakkında Peygamberimiz (sav) ve şöyle buyurmuştur: ''Allah'ın rızası için öğrenil (mesi gerek) en bir ilmi, sırf dünya menfaati elde etmek için öğrenen bir kimse kıyamet günü cennetin kokusunu (dahi) alamayacaktır." Kısacası bilgi başlı başına bir sınavdır. Bilgi ahlakına sahip olma ve onu koruma daha zor bir sınavdır.
FIKIH KÖŞEMİZ:
Bir kimse bazı meselelerde başka bir mezhebin görüşüne göre amel edebilir mi?
Bir kimsenin belli bir mezhebe bağlanması dini bir gereklilik olmayıp, kişiye amelî hayatında kolaylık sağlayan bir yoldur. Bu anlamda mezhepler ayet ve hadisler göz önünde bulundurularak orya çıkmış yorumlardır. “Hak kabul edilen” bu yorumların hepsi saygıdeğerdir, hepsi “Allah’ın rızasını” temel alan içtihatlar bütünüdür. Bu çerçevede bir fıkıh mezhebinin bağlısı kendi mezhebindeki bir görüşü uyguladığı zaman sıkıntı yaşayacak ve zorluk çekecekse, o sıkıntı ve zorluğu aşmak için, başka bir fıkıh mezhebinin hükmünü taklit edebilir, bunda mahzur yoktur. Ancak başka mezheplerin hükümlerini taklit ederken, bir zaruret olmaksızın, keyfî olarak diğer mezheplerin sadece kolay hükümlerini almak ve mezheplerin görüşlerini sonuçta hiçbir fıkıh mezhebine uygun olmayacak bir biçimde birleştirmek yani telfik samimi kulluk duygusuyla bağdaşmayacağı için uygun görülmemiştir.