
‘Gölgesizler’, çağdaş Türk romanının en beğendiğim ürünlerinden biri.
‘Dipdiri, dosdoğru, kıvrımlı ve hülyalı bir taşra güzellemesi…
Her cümlesi ayrı bir şiir tadında…’ kitabı böyle tanıtan Ekşisözlük’e göre de Gölgesizler, 90’lı yıllarda yazılmış en güzel 10 Türk romanından biri.
İşte o romanın yazarı Hasan Ali Toptaş, bir yazısında adeta upuzun bir romanı şiire dönüştürüyor:
“Gözün gördüğünü el, elin gördüğünü göz görmezmiş, bilmiyordum.
Nesneler adama tasma takıp gülermiş, bilmiyordum.
Bütün şarkılar aynı makamda okunur ayrı makamda dinlenirmiş
Ve susmak da bir şarkıymış.
Bilmiyordum…”
İnsan böyle bir metinle karşılaşınca ister istemez düşünüyor:
Ben, daha neleri bilmiyor olabilirim?
Büyük, önemli, değerli ve muhtemelen günün birinde ‘keşke bunu zamanında biliyor olsaydım’ diyeceklerim…
Neler onlar?
Sıradan şeylerden ayıklaması çok zor olsa da ben kendim için, kendimle ilgili bir ‘evvelce bilmediğim şeyler listesi’ yapmayı denedim.
Bu listede sadece kendi ahir zamanımda farkına vardığım büyük, önemli ve değerli birkaç şeye yer verdim:
En başa ‘kendi kendimi keşfimle ilgili şeyleri’ koydum; şarkı söylemek, bir müzik enstrümanı kullanmak ve bir film yapmak istediğimi bu yaşıma kadar bilmiyordum mesela.
Bir umut şarkısı bestelemek ve onu söyleyebilmek…
Bağlama çalabilmek…
Babamın hayatını filmleştirmek…
Bunları meğer çok istermişim, bilmiyordum.
Herhalde yaşlanmaya başladım ki bunları yapmak istediğimi şimdi anladım.
Sonra ‘insanları dinlemenin mühim bir sanat, beni dinleyecek birini bulmanınsa büyük bir şans’ olduğunu bilmiyordum.
Çok geç öğrendim, çok zor anladım.
Bu yaşıma gelince…
Sabreden tarafım beni hep kandırmış.
‘Seni dinleyecek biri de olacak, bekle!’ diyen tarafımsa hakikaten usta bir yalancıymış, bilmiyordum.
Şimdi öğrendim.
Bu yaşıma gelince…
Ve her şey boş! Hiç kimse, bir başkasını tam olarak anlayamıyor!..
Ve bu konuda ‘Hayret, ben bunu bilmiyordum!’ demek, içten içe ne kadar incitici ve aslında ne kadar trajikomik, bilemezsiniz.
Ben de bilmiyordum zaten.
Şimdi ve yani çok geç öğrendim ki ‘doğru anlaşılabilmek, hakikaten büyük bir ütopya’.
Onun için yaşıyor herkes veya çoğu kimse, o müthiş ‘anlaşılma hissini’ tadamadan ölüyor.
‘Dipdiri, dosdoğru, kıvrımlı ve hülyalı bir taşra güzellemesi…
Her cümlesi ayrı bir şiir tadında…’ kitabı böyle tanıtan Ekşisözlük’e göre de Gölgesizler, 90’lı yıllarda yazılmış en güzel 10 Türk romanından biri.
İşte o romanın yazarı Hasan Ali Toptaş, bir yazısında adeta upuzun bir romanı şiire dönüştürüyor:
“Gözün gördüğünü el, elin gördüğünü göz görmezmiş, bilmiyordum.
Nesneler adama tasma takıp gülermiş, bilmiyordum.
Bütün şarkılar aynı makamda okunur ayrı makamda dinlenirmiş
Ve susmak da bir şarkıymış.
Bilmiyordum…”
İnsan böyle bir metinle karşılaşınca ister istemez düşünüyor:
Ben, daha neleri bilmiyor olabilirim?
Büyük, önemli, değerli ve muhtemelen günün birinde ‘keşke bunu zamanında biliyor olsaydım’ diyeceklerim…
Neler onlar?
Sıradan şeylerden ayıklaması çok zor olsa da ben kendim için, kendimle ilgili bir ‘evvelce bilmediğim şeyler listesi’ yapmayı denedim.
Bu listede sadece kendi ahir zamanımda farkına vardığım büyük, önemli ve değerli birkaç şeye yer verdim:
En başa ‘kendi kendimi keşfimle ilgili şeyleri’ koydum; şarkı söylemek, bir müzik enstrümanı kullanmak ve bir film yapmak istediğimi bu yaşıma kadar bilmiyordum mesela.
Bir umut şarkısı bestelemek ve onu söyleyebilmek…
Bağlama çalabilmek…
Babamın hayatını filmleştirmek…
Bunları meğer çok istermişim, bilmiyordum.
Herhalde yaşlanmaya başladım ki bunları yapmak istediğimi şimdi anladım.
Sonra ‘insanları dinlemenin mühim bir sanat, beni dinleyecek birini bulmanınsa büyük bir şans’ olduğunu bilmiyordum.
Çok geç öğrendim, çok zor anladım.
Bu yaşıma gelince…
Sabreden tarafım beni hep kandırmış.
‘Seni dinleyecek biri de olacak, bekle!’ diyen tarafımsa hakikaten usta bir yalancıymış, bilmiyordum.
Şimdi öğrendim.
Bu yaşıma gelince…
Ve her şey boş! Hiç kimse, bir başkasını tam olarak anlayamıyor!..
Ve bu konuda ‘Hayret, ben bunu bilmiyordum!’ demek, içten içe ne kadar incitici ve aslında ne kadar trajikomik, bilemezsiniz.
Ben de bilmiyordum zaten.
Şimdi ve yani çok geç öğrendim ki ‘doğru anlaşılabilmek, hakikaten büyük bir ütopya’.
Onun için yaşıyor herkes veya çoğu kimse, o müthiş ‘anlaşılma hissini’ tadamadan ölüyor.