
Gencin birisi sevdiği kız ile buluşmak için her gün Dicle Nehri’ni yüzerek karşıya geçiyor, kız ile görüştükten sonra tekrar yüzerek geri geliyormuş. Buluşmalarının birinde genç, sevgilisine senin yüzünde ben mi vardı diye sorduğunda kız, yüzümdeki ben seninle ilk buluşmamızdan beri vardı, sen o zamanlar bana tam âşık olduğun için bu beni görmemiştin, şimdi beni görmeye başladın demek ki sevgin azalmış, yarın Dicle’yi yüzerek geçmeye çalışma boğulursun, demiş.
Eski dönemden kalma bu hikâye aslında cemaatte verilen eğitim anlayışının özeti gibidir. Çünkü karşı tarafı kusursuz kılan şey, karşı tarafın varlığından ziyade kişilerin karşı tarafa yüklemiş oldukları anlamdan kaynaklanmaktadır.
Lider sanılan kişinin kutsanmış yönü ön plana çıkarılıp büyük bir teslimiyetle onun varlığı bir bütün olarak algılandığında parça önemini kaybetmekte kişiler varlıklarını bu büyük bütün üzerinden devam ettirmektedirler. Sorgu ve sualin olmamasının bile yeterli olmadığı bu atmosferde aynı zamanda karşı tarafta keramet aranmakta, birey bu nazarla karşı tarafı gözlemlediği için o kişinin her yanlışında bir nakış bulma gayretini göstermekte ve samanlığı seyran etmektedir.
“Kral çıplakmış” diyecek kişilerin barınmasının imkânsız olduğu bu ortamlarda herkes krala zihninde en güzel elbiseleri giydirerek vicdanını rahatlatmakta ve huzurlu bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Böyle bir zihinsel kültürün var olduğu ortamda kişilerin olaylardan külli bir yoruma gitmesi imkânsız olmakta, kişiler önceden mutlak doğru diye zihinlerine yerleştirilmiş kavramları doğrulama adına çevreden bin bir çeşit sebepler devşirmektedirler.
Eğitimin bilgi, beceri, tutum ve davranış olmak üzere dört önemli ayağı vardır. Sandalyeye benzeyen bu sistemde bunların herhangi birisinin olmaması veya eksik olması eğitimin işlevselliğini öldürmektedir.
Okullar eğitimin dört temel ayaklarından bilgi ve kısmen beceri unsurlarını vermekte, Milli Eğitimin belirlemiş olduğu tutum ve davranışları kazandırmakta zorlanmaktadırlar. Bunda öğretmenin ve sistemin eksikliğinin yanında tutum ve davranışların bir bireyde yerleşmesinde çok uzun bir çaba, zaman ve kabullenmişliğin bir arada olma mecburiyetinin de olma etkisi vardır.
Böyle bir ortamda cemaatler yaptırım gücü çok yüksek olan dini duyguları da arkalarına alarak yurtları ve evleri vasıtası ile Milli Eğitimin belirlemiş olduğu tutum ve davranışlar yerine, kendi idealleri doğrultusunda oluşturdukları tutum ve davranışları çocuklara aşılamaktadırlar. Böylece bilgisini okuldan, tutum ve davranışını cemaatten almış binlerce birey yetiştirmektedirler.
Cemaatler, okul etrafında pusuya yatarak öğrencileri evlere çekmekte cemaat lideri ve onun söylemleri kutsal gösterilerek okulun vermiş olduğu tutum ve davranışlar küçük düşürülmektedir. Böylece bireyler okulda verilecek olan beşerî, hakiki ve akli tarafı ön planda tutan tutum ve davranışları küçük görmekte, onları ciddiye almamakta ve hatta zamanla okulu, cemaatin kendisine vermiş olduğu tutum ve davranışları gerçekleştirmek için sadece bir vasıta olarak görmektedir.
Böyle bir ortamda bilgi olarak belirli donanıma sahip kişiler yetişmekle birlikte onların idealleri toplumun idealleri ile örtüşmemekte ve yıllarca zihinlerine kazınmış sahte tutumların gölgesinden kurtulmamaktadırlar. Bu ortamdan uzaklaşıp ona dışarıdan mantıklı bir çerçeveden bakmadıkça bu kişilerin hakikati keşfetme şansları olmamakta, onların nazarında onlara benzemeyen herkes hain, herkes yanlış, herkes hakikatten uzak bireyler olarak görülmektedir.
Ve onlar Türkiye’den Pensilvanya’ya yüzerek gideceklerini sanmaktadırlar.
Eski dönemden kalma bu hikâye aslında cemaatte verilen eğitim anlayışının özeti gibidir. Çünkü karşı tarafı kusursuz kılan şey, karşı tarafın varlığından ziyade kişilerin karşı tarafa yüklemiş oldukları anlamdan kaynaklanmaktadır.
Lider sanılan kişinin kutsanmış yönü ön plana çıkarılıp büyük bir teslimiyetle onun varlığı bir bütün olarak algılandığında parça önemini kaybetmekte kişiler varlıklarını bu büyük bütün üzerinden devam ettirmektedirler. Sorgu ve sualin olmamasının bile yeterli olmadığı bu atmosferde aynı zamanda karşı tarafta keramet aranmakta, birey bu nazarla karşı tarafı gözlemlediği için o kişinin her yanlışında bir nakış bulma gayretini göstermekte ve samanlığı seyran etmektedir.
“Kral çıplakmış” diyecek kişilerin barınmasının imkânsız olduğu bu ortamlarda herkes krala zihninde en güzel elbiseleri giydirerek vicdanını rahatlatmakta ve huzurlu bir şekilde hayatını sürdürmektedir. Böyle bir zihinsel kültürün var olduğu ortamda kişilerin olaylardan külli bir yoruma gitmesi imkânsız olmakta, kişiler önceden mutlak doğru diye zihinlerine yerleştirilmiş kavramları doğrulama adına çevreden bin bir çeşit sebepler devşirmektedirler.
Eğitimin bilgi, beceri, tutum ve davranış olmak üzere dört önemli ayağı vardır. Sandalyeye benzeyen bu sistemde bunların herhangi birisinin olmaması veya eksik olması eğitimin işlevselliğini öldürmektedir.
Okullar eğitimin dört temel ayaklarından bilgi ve kısmen beceri unsurlarını vermekte, Milli Eğitimin belirlemiş olduğu tutum ve davranışları kazandırmakta zorlanmaktadırlar. Bunda öğretmenin ve sistemin eksikliğinin yanında tutum ve davranışların bir bireyde yerleşmesinde çok uzun bir çaba, zaman ve kabullenmişliğin bir arada olma mecburiyetinin de olma etkisi vardır.
Böyle bir ortamda cemaatler yaptırım gücü çok yüksek olan dini duyguları da arkalarına alarak yurtları ve evleri vasıtası ile Milli Eğitimin belirlemiş olduğu tutum ve davranışlar yerine, kendi idealleri doğrultusunda oluşturdukları tutum ve davranışları çocuklara aşılamaktadırlar. Böylece bilgisini okuldan, tutum ve davranışını cemaatten almış binlerce birey yetiştirmektedirler.
Cemaatler, okul etrafında pusuya yatarak öğrencileri evlere çekmekte cemaat lideri ve onun söylemleri kutsal gösterilerek okulun vermiş olduğu tutum ve davranışlar küçük düşürülmektedir. Böylece bireyler okulda verilecek olan beşerî, hakiki ve akli tarafı ön planda tutan tutum ve davranışları küçük görmekte, onları ciddiye almamakta ve hatta zamanla okulu, cemaatin kendisine vermiş olduğu tutum ve davranışları gerçekleştirmek için sadece bir vasıta olarak görmektedir.
Böyle bir ortamda bilgi olarak belirli donanıma sahip kişiler yetişmekle birlikte onların idealleri toplumun idealleri ile örtüşmemekte ve yıllarca zihinlerine kazınmış sahte tutumların gölgesinden kurtulmamaktadırlar. Bu ortamdan uzaklaşıp ona dışarıdan mantıklı bir çerçeveden bakmadıkça bu kişilerin hakikati keşfetme şansları olmamakta, onların nazarında onlara benzemeyen herkes hain, herkes yanlış, herkes hakikatten uzak bireyler olarak görülmektedir.
Ve onlar Türkiye’den Pensilvanya’ya yüzerek gideceklerini sanmaktadırlar.