
‘Daha iyi bir dünyaya inanmak için bir milyon neden var!’
2012 yılında bir içecek firmasının reklamında kullanılmıştı bu slogan…
İlk bakışta sıradan televizyon izleyicilerine sesleniyor gibiydi ama o günkü politik konjonktür içinde hiç kuşkusuz esas hedef kitle, tam da reklamın yayınlandığı dönemde yabancı malları boykot eden kızgın kalabalıklar idi.
Şirket, ‘Hedef kitlem, sana söyledim; boykotçum, sen işit!’ diyordu.
‘Daha iyi bir dünya…’ diyerek imajını temiz, barışçıl ve ‘tabiyetsiz’ tutmaya çalıyordu…
Bununla birlikte, uluslararası sulara açılmış bütün küresel şirketler gibi, yanaşacağı limanların hepsini hoşnut edecek renge boyuyordu yelkenini. İyiliğin egemen olduğu, yardımseverlikle ve sevgiyle dolu bir dünya öneriyordu.
Güya…
Bu, ayrı hesap.
Algınıza ve zihniyetinize göre bu teoriye katılırsınız, katılmazsınız ya da inandırıcı bulursunuz, bulmazsınız. Pratikte Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız mallarını kullanırsınız veya ömür boyu boykotçu olursunuz.
Ve bu da tamamen size kalmış.
Ama andığım o kompozisyonda ticaretin ve reklam sosyolojisinin çok üzerine çıkan bir şey, bir ütopya vardı:
Daha iyi bir dünyaya inanmak için bir milyon neden…
Neden olmasın?
Ama daha iyi bir dünyaya hakikaten inanabilmemiz için ambülansa yol veren, itfaiye arabasının önünü açan kahramanlardan daha fazla ‘dünyaya hitap eden’ nedenler gerekiyor bize:
Mesela Ortadoğu’ya ‘ihtimamla’ eğilen Batı, orada petrol kuyularından çok daha fazla insan olduğunu dikkate alabilir…
Bu bir!
Dünya gözüyle göremeyeceğimiz bir şey midir bu?
Onun dışında mesela AB ve Amerika, dünya politikalarını geliştirirken kendilerini her dinden ve her ırktan insanın barış ve esenlik güvencesi sayabilirler. ‘Bu yıl, silahlanma için sıfır dolar, Afrika’daki açlar içinse 10 milyar dolar harcayacağız!’ diyebilirler mesela…
Böyle bir fedakarlık, böyle muhteşem bir ittifak sadece uzaylı istilasını anlatan bilim-kurgu filmlerinde mi olur?
‘Dünyanın son günü’ ha?!
O zaman ‘Yaşasın birleş(ebil)miş milletler!’
***
Bizim daha iyi bir dünyaya inanabilmemiz için milyarder Arap şeyhleri, servetlerinin yarısını Müslüman dünyanın yokluk içinde kıvranan kesimine bağışlayabilirler, değil mi?
Suriyeli, Iraklı, Filistinli, Bangladeşli çocukların beslenmesini ve eğitimini, güvence altına alabilirler…
1936’da çölü deşen o ilk petrol kuyusundan beri petrol ile âbâd olan Suudi Arabistan, ‘Müslüman hacıların her yıl bıraktığı 16 buçuk milyar Dolarlık dövizi, bundan böyle İslam dünyasını kalkındırmak için hibe ediyoruz!’ diyebilir mesela…
Olmadı, 6 buçuk milyarını…
İhtiyacı mı var bu kadarcık paraya?
Bundan bir miktar hisselenecek Müslüman ülkelerin üniversiteleri de Oxford’u, Cambridge’i sollayacak bilim şantiyelerine dönüşebilirdi mesela.
Çözüm bekleyen o kadar çok sorun var ki dünyada…
İyiliği hep uzaklarda aramış olmayayım:
Boğaz’ın üç gerdanlığından birinin, mesela yeni adına da çok yaraşacağı için 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün bütün geliri Darüşşafaka’ya bağışlanabilir.
10 yılda 2 milyar doları aşacak bir gelirden söz ediyorum.
Olmaz mı?
Darüşşafaka, şehit çocuklarına bugünkünden daha etkin biçimde kol kanat geren yeni bir misyonla değerlendirilirse elbette olur!
Keza bütün dünyayı iyileştirecek bu türden ‘gerçek iyilik girişimlerini’, dünyada her gün 1,7 milyar bardak içildiği söylenen o içeceğin üretici firması bile 2012’den bugüne, tek başına gerçekleştirebilirdi. 125 yılda 100 milyar Doların üzerinde ciro elde eden rekortmen şirket, çok ufak bir ekonomik özveriyle, mesela kârının sadece % 20’sini feda ederek güzel reklamlarını, aslında yoksul dünyanın beyaz ekrana yansıtılmış hayallerini -hiç olmazsa bunların bir kısmını- gerçeğe dönüştürebilirdi…
Don Kişot gibi...
***
Evet, bunlar hakikaten sıradışı şeyler olurdu.
Duymadığımız, görmediğimiz ve bizi gerçekten şaşırtacak türden şeyler…
Tabii eğer biri, birazı, birkaçı gerçek olabilseydi…
Yoksa ‘küçük insanların dünyayı güzelleştiren hikayeleri’ zaten hep vardı.
Hep var olmaya da devam edecek.
Bundan böyle küresel, uluslararası, örgütlü-örgütsüz sivil toplum ya da devletler düzeyinde hiçbir ilerleme adımı atılmasa bile sırf bizim mütevazı hikâyelerimiz sayesinde dünyanın gelecekte şimdikinden daha güzel bir yer olma ihtimali -küçük de olsa- hep var olacak.
2012 yılında bir içecek firmasının reklamında kullanılmıştı bu slogan…
İlk bakışta sıradan televizyon izleyicilerine sesleniyor gibiydi ama o günkü politik konjonktür içinde hiç kuşkusuz esas hedef kitle, tam da reklamın yayınlandığı dönemde yabancı malları boykot eden kızgın kalabalıklar idi.
Şirket, ‘Hedef kitlem, sana söyledim; boykotçum, sen işit!’ diyordu.
‘Daha iyi bir dünya…’ diyerek imajını temiz, barışçıl ve ‘tabiyetsiz’ tutmaya çalıyordu…
Bununla birlikte, uluslararası sulara açılmış bütün küresel şirketler gibi, yanaşacağı limanların hepsini hoşnut edecek renge boyuyordu yelkenini. İyiliğin egemen olduğu, yardımseverlikle ve sevgiyle dolu bir dünya öneriyordu.
Güya…
Bu, ayrı hesap.
Algınıza ve zihniyetinize göre bu teoriye katılırsınız, katılmazsınız ya da inandırıcı bulursunuz, bulmazsınız. Pratikte Amerikan, Alman, İngiliz, Fransız mallarını kullanırsınız veya ömür boyu boykotçu olursunuz.
Ve bu da tamamen size kalmış.
Ama andığım o kompozisyonda ticaretin ve reklam sosyolojisinin çok üzerine çıkan bir şey, bir ütopya vardı:
Daha iyi bir dünyaya inanmak için bir milyon neden…
Neden olmasın?
Ama daha iyi bir dünyaya hakikaten inanabilmemiz için ambülansa yol veren, itfaiye arabasının önünü açan kahramanlardan daha fazla ‘dünyaya hitap eden’ nedenler gerekiyor bize:
Mesela Ortadoğu’ya ‘ihtimamla’ eğilen Batı, orada petrol kuyularından çok daha fazla insan olduğunu dikkate alabilir…
Bu bir!
Dünya gözüyle göremeyeceğimiz bir şey midir bu?
Onun dışında mesela AB ve Amerika, dünya politikalarını geliştirirken kendilerini her dinden ve her ırktan insanın barış ve esenlik güvencesi sayabilirler. ‘Bu yıl, silahlanma için sıfır dolar, Afrika’daki açlar içinse 10 milyar dolar harcayacağız!’ diyebilirler mesela…
Böyle bir fedakarlık, böyle muhteşem bir ittifak sadece uzaylı istilasını anlatan bilim-kurgu filmlerinde mi olur?
‘Dünyanın son günü’ ha?!
O zaman ‘Yaşasın birleş(ebil)miş milletler!’
***
Bizim daha iyi bir dünyaya inanabilmemiz için milyarder Arap şeyhleri, servetlerinin yarısını Müslüman dünyanın yokluk içinde kıvranan kesimine bağışlayabilirler, değil mi?
Suriyeli, Iraklı, Filistinli, Bangladeşli çocukların beslenmesini ve eğitimini, güvence altına alabilirler…
1936’da çölü deşen o ilk petrol kuyusundan beri petrol ile âbâd olan Suudi Arabistan, ‘Müslüman hacıların her yıl bıraktığı 16 buçuk milyar Dolarlık dövizi, bundan böyle İslam dünyasını kalkındırmak için hibe ediyoruz!’ diyebilir mesela…
Olmadı, 6 buçuk milyarını…
İhtiyacı mı var bu kadarcık paraya?
Bundan bir miktar hisselenecek Müslüman ülkelerin üniversiteleri de Oxford’u, Cambridge’i sollayacak bilim şantiyelerine dönüşebilirdi mesela.
Çözüm bekleyen o kadar çok sorun var ki dünyada…
İyiliği hep uzaklarda aramış olmayayım:
Boğaz’ın üç gerdanlığından birinin, mesela yeni adına da çok yaraşacağı için 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün bütün geliri Darüşşafaka’ya bağışlanabilir.
10 yılda 2 milyar doları aşacak bir gelirden söz ediyorum.
Olmaz mı?
Darüşşafaka, şehit çocuklarına bugünkünden daha etkin biçimde kol kanat geren yeni bir misyonla değerlendirilirse elbette olur!
Keza bütün dünyayı iyileştirecek bu türden ‘gerçek iyilik girişimlerini’, dünyada her gün 1,7 milyar bardak içildiği söylenen o içeceğin üretici firması bile 2012’den bugüne, tek başına gerçekleştirebilirdi. 125 yılda 100 milyar Doların üzerinde ciro elde eden rekortmen şirket, çok ufak bir ekonomik özveriyle, mesela kârının sadece % 20’sini feda ederek güzel reklamlarını, aslında yoksul dünyanın beyaz ekrana yansıtılmış hayallerini -hiç olmazsa bunların bir kısmını- gerçeğe dönüştürebilirdi…
Don Kişot gibi...
***
Evet, bunlar hakikaten sıradışı şeyler olurdu.
Duymadığımız, görmediğimiz ve bizi gerçekten şaşırtacak türden şeyler…
Tabii eğer biri, birazı, birkaçı gerçek olabilseydi…
Yoksa ‘küçük insanların dünyayı güzelleştiren hikayeleri’ zaten hep vardı.
Hep var olmaya da devam edecek.
Bundan böyle küresel, uluslararası, örgütlü-örgütsüz sivil toplum ya da devletler düzeyinde hiçbir ilerleme adımı atılmasa bile sırf bizim mütevazı hikâyelerimiz sayesinde dünyanın gelecekte şimdikinden daha güzel bir yer olma ihtimali -küçük de olsa- hep var olacak.