
Çocukların paçanızdan çekiştirerek yamrı yumru sözcüklerle size bir şeyler anlatmaya çalıştığı her an, ama istisnasız her an, o anki meşguliyetiniz ne olursa olsun ara vermenizi ve Kanada Laurentian Üniversitesi’nden Profesör C.M. Wallace’ın (1954) tavsiyesini anımsamamız öneririm:
‘Her ne olursa olsun, çocuğunuzun size anlatmaya çalıştığı şeyi içtenlikle dinleyin. Eğer küçüklüklerinde size anlatacakları küçük şeyleri önemsediğinizi onlara hissettiremezseniz büyüdüklerinde büyük şeyleri size anlatmak istemeyecekler.
Çünkü çocuklar için düşündükleri her şey önemsenmeyi hak edecek kadar büyüktür…’
Biz yetişkinler, bunu gerçekten başarabilir miyiz, çocuklarımızın anlattığı küçük şeyleri her seferinde büyük bir dikkatle dinleyebilir miyiz?
Onca işin gücün arasında…
Zor, değil mi?
Evet zor fakat elbette mümkün.
Daha doğrusu ‘hayati derecede önemli’!
Ve tabii neredeyse her seferinde, kusursuz biçimde, sabırla öyle yapabilenler var: Öğretmenler…
Ama sadece öğretmenler değil elbette…
Profesör Wallace’ın önerdiğini aslında daha çok anneler-babalar yapabilmeli.
Mutlaka yapmalı.
Yoksa…
Çocukları, ‘büyüdüklerinde çok önemli şeyleri onlara anlatmak istemeyecekler…’
Bunun ne feci bir şey olacağını düşünsenize…
***
Muhtemelen siz de benzer durumlar yaşamışsınızdır:
Küçücük anaokulu ya da ilkokul çocuklarının, bir oyuncağı ya da bir oyun alanını paylaşamayışlarını bana büyük bir heyecanla anlattıkları oldu. Hem de defalarca. Olsun, onlar çocuktu. Çocukken hepimiz öyleydik. Dünyanın en önemli sorununu dinler gibi dinledim onları…
Ortaokul çağındaki ergenlerin aslında incir çekirdeğini doldurmayacak sürtüşmelerini dinledim defalarca. Olsun, onlar ergenlikle öyle tanışıyorlardı ve o çağı yaşarken hepimiz bazı şeyleri abartırdık…
Liselilerin müthiş kararsızlıklarını, koskocaman bir belirsizliğin -kendi geleceklerinin- eşiğinde bocalamalarını, iç çatışmalarını ve platonik aşklarını dinledim defalarca. Olsun, onlar öyle yelken açıyorlardı derin sulara. Biz de zamanında benzer şeyler yapmıştık, hayatla öyle çarpışmıştık biz de...
Ama doğrusu geçmişte yetişkinler çocukları, ergenleri, gençleri bugünkü yetişkinler kadar bilinçlice dinlemiyorlardı. Onları dinlemenin önemine vurgu yapan literatür bugünkü kadar geniş değildi. İstisnalar elbette vardı; öylelerini tenzih ederim.
Ama belki de yanılıyorumdur, ‘Bizim çocukluk çağımızda insanların birbirini dinlemek için daha fazla zamanları vardı’ derseniz, herhalde hak veririm size.
Her neyse…
Ben, eğer karşımdaki küçük bir çocuksa, önünde diz çöküp, onun göz hizasına inip, takınabildiğim en meraklı mimiklerle anlattıklarını dinlemeye özen gösterdim her seferinde. Bazen bir eğitimci, bazen de bir gazeteci ve yazar olarak…
En çok da ‘baba’ olarak…
Ve çok büyük şeyler kazandım bu sayede.
İçine dünyayı sığdırabilen tertemiz kalpler.
Dünyaya ve yaşama ilişkin inanılmaz saf, inanılmaz doğru ve yalın yorumlar…
Buna paha biçilebilir mi?
Fakat bunu ben bir şey kazanayım diye ya da doğuştan gelen bir içgüdüyle yapmadım. Yıllar önce, henüz genç bir öğretmenken bir dergide okuyup günlük plan defterimin köşesine not ettiğim muhteşem bir paragrafın hatırına, bu yazının başında tekrar anımsadığım o paragrafın yazarı Profesör C.M. Wallace’a yürekten katıldığım için yaptım. Çocuklar büyüdüklerinde de bana düşüncelerini anlatmayı sürdürsünler diye yaptım…
Şimdi meslek yaşamımın sonuna yaklaşıyorum ve ‘İyi ki…’ diyorum…
‘İyi ki hep öyle yapmışım...’
***
Bitirirken…
Çok söylendi, daha çok da söylenecek ama olsun, bunu her fırsatta bıkmadan yinelemek lazım:
Koşullar nasıl olursa olsun, neyle-nasıl savaşıyor olursak olalım, ‘öğretmenler’ her cephede en büyük güven ve umut kaynağımızdır. Bu hiç değişmez!
Okulları güzel hikâyelerle doldurup yaşam laboratuvarlarına dönüştürenler onlar. Geleceği de onlar değiştirip bugünden daha güzel yapabilirler…
İşte o kahramanlar için…
Bugün yurdumun dört bucağında, 68 bin 589 okulda ve milyonlarca evde, hani alıştığımızın biraz dışında da olsa ‘Öğretmenler Günü’ kutlanacak.
Bu vesileyle ben de ilkokul öğretmenim Nadiye Polat’ı, babam Hasan Öğretmen’i, amcam Cihat Öğretmen’i, manevi babam saydığım Kenan Gümüş ile Haluk Çelik’i, Dilekhan Üçer’i, Dilek Baykal’ı, Necip Çadırcı’yı ve onlar gibi, ulaşabildikleri herkese iyiyi, güzeli, doğruyu anlatarak ömürlerini tükettikten sonra sonsuzluğa göçmüş bütün öğretmenleri rahmetle anıyorum.
Öğrenim olmuş ya da meslek yaşamımda elimden tutmuş tüm öğretmenlerimin; tabii en başta ilham kaynağım Sevgili Müdirem Mürüvet Demirtaş’ın ve sonra bana yol gösteren değerli pîrler Esin Bozbaş’ın, Refik İnci’nin, Nazmi Ünal’ın, Recayi Küren’in, Hasan Baltacı’nın, Sezai Tolunay’ın, Zeliha Gümüş’ün, ellerinden öpüyor, kendilerine uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum…
Ama dilemek yetmiyor tabii…
Gücü, yetkisi, imkânı ve tabii en başta ‘sorumluluğu’ olanların; özel sektör çalışanı-devlet memuru ayrımı yapmadan, bahaneler üretmeden ve 24 Kasım’da atacakları nutukların ve mesajların üzerinden daha 24 saat geçmeden onları unutmamalarını, öğretmenlerin yaşadığı sorunları gerçekten duymalarını, görmelerini ve o sorunlara çözüm üretmelerini bekliyoruz.
Öte yandan sorunlarına çözüm beklerken duraksamayan, olumsuzluklara rağmen mesleğini layıkıyla icra eden; dahası mesleğini yaşam felsefesine dönüştürebilen öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Her sabah evinden çıkarken ‘İşe gidiyorum’ değil de gönül dolusu ‘Okula, çocuklarıma gidiyorum’ diyebilen öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Yarını ve bugünden daha güzel bir hayatı düşleme becerisine sahip öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Fedakâr, cefakâr, vefakâr tüm öğretmenlerin ve yani hayatı ıskalamamış, meslek etiğini savsaklamamış ‘gerçek öğretmen’lerin gününü kutluyoruz…
Neredeyse tamamını bu kutsallık seviyesinin üzerinde gördüğüm geçmişteki ya da bugünkü sevgili takım arkadaşlarımın, ilham verici meslektaşlarımın öğretmenler gününü kutluyorum.
‘Her ne olursa olsun, çocuğunuzun size anlatmaya çalıştığı şeyi içtenlikle dinleyin. Eğer küçüklüklerinde size anlatacakları küçük şeyleri önemsediğinizi onlara hissettiremezseniz büyüdüklerinde büyük şeyleri size anlatmak istemeyecekler.
Çünkü çocuklar için düşündükleri her şey önemsenmeyi hak edecek kadar büyüktür…’
Biz yetişkinler, bunu gerçekten başarabilir miyiz, çocuklarımızın anlattığı küçük şeyleri her seferinde büyük bir dikkatle dinleyebilir miyiz?
Onca işin gücün arasında…
Zor, değil mi?
Evet zor fakat elbette mümkün.
Daha doğrusu ‘hayati derecede önemli’!
Ve tabii neredeyse her seferinde, kusursuz biçimde, sabırla öyle yapabilenler var: Öğretmenler…
Ama sadece öğretmenler değil elbette…
Profesör Wallace’ın önerdiğini aslında daha çok anneler-babalar yapabilmeli.
Mutlaka yapmalı.
Yoksa…
Çocukları, ‘büyüdüklerinde çok önemli şeyleri onlara anlatmak istemeyecekler…’
Bunun ne feci bir şey olacağını düşünsenize…
***
Muhtemelen siz de benzer durumlar yaşamışsınızdır:
Küçücük anaokulu ya da ilkokul çocuklarının, bir oyuncağı ya da bir oyun alanını paylaşamayışlarını bana büyük bir heyecanla anlattıkları oldu. Hem de defalarca. Olsun, onlar çocuktu. Çocukken hepimiz öyleydik. Dünyanın en önemli sorununu dinler gibi dinledim onları…
Ortaokul çağındaki ergenlerin aslında incir çekirdeğini doldurmayacak sürtüşmelerini dinledim defalarca. Olsun, onlar ergenlikle öyle tanışıyorlardı ve o çağı yaşarken hepimiz bazı şeyleri abartırdık…
Liselilerin müthiş kararsızlıklarını, koskocaman bir belirsizliğin -kendi geleceklerinin- eşiğinde bocalamalarını, iç çatışmalarını ve platonik aşklarını dinledim defalarca. Olsun, onlar öyle yelken açıyorlardı derin sulara. Biz de zamanında benzer şeyler yapmıştık, hayatla öyle çarpışmıştık biz de...
Ama doğrusu geçmişte yetişkinler çocukları, ergenleri, gençleri bugünkü yetişkinler kadar bilinçlice dinlemiyorlardı. Onları dinlemenin önemine vurgu yapan literatür bugünkü kadar geniş değildi. İstisnalar elbette vardı; öylelerini tenzih ederim.
Ama belki de yanılıyorumdur, ‘Bizim çocukluk çağımızda insanların birbirini dinlemek için daha fazla zamanları vardı’ derseniz, herhalde hak veririm size.
Her neyse…
Ben, eğer karşımdaki küçük bir çocuksa, önünde diz çöküp, onun göz hizasına inip, takınabildiğim en meraklı mimiklerle anlattıklarını dinlemeye özen gösterdim her seferinde. Bazen bir eğitimci, bazen de bir gazeteci ve yazar olarak…
En çok da ‘baba’ olarak…
Ve çok büyük şeyler kazandım bu sayede.
İçine dünyayı sığdırabilen tertemiz kalpler.
Dünyaya ve yaşama ilişkin inanılmaz saf, inanılmaz doğru ve yalın yorumlar…
Buna paha biçilebilir mi?
Fakat bunu ben bir şey kazanayım diye ya da doğuştan gelen bir içgüdüyle yapmadım. Yıllar önce, henüz genç bir öğretmenken bir dergide okuyup günlük plan defterimin köşesine not ettiğim muhteşem bir paragrafın hatırına, bu yazının başında tekrar anımsadığım o paragrafın yazarı Profesör C.M. Wallace’a yürekten katıldığım için yaptım. Çocuklar büyüdüklerinde de bana düşüncelerini anlatmayı sürdürsünler diye yaptım…
Şimdi meslek yaşamımın sonuna yaklaşıyorum ve ‘İyi ki…’ diyorum…
‘İyi ki hep öyle yapmışım...’
***
Bitirirken…
Çok söylendi, daha çok da söylenecek ama olsun, bunu her fırsatta bıkmadan yinelemek lazım:
Koşullar nasıl olursa olsun, neyle-nasıl savaşıyor olursak olalım, ‘öğretmenler’ her cephede en büyük güven ve umut kaynağımızdır. Bu hiç değişmez!
Okulları güzel hikâyelerle doldurup yaşam laboratuvarlarına dönüştürenler onlar. Geleceği de onlar değiştirip bugünden daha güzel yapabilirler…
İşte o kahramanlar için…
Bugün yurdumun dört bucağında, 68 bin 589 okulda ve milyonlarca evde, hani alıştığımızın biraz dışında da olsa ‘Öğretmenler Günü’ kutlanacak.
Bu vesileyle ben de ilkokul öğretmenim Nadiye Polat’ı, babam Hasan Öğretmen’i, amcam Cihat Öğretmen’i, manevi babam saydığım Kenan Gümüş ile Haluk Çelik’i, Dilekhan Üçer’i, Dilek Baykal’ı, Necip Çadırcı’yı ve onlar gibi, ulaşabildikleri herkese iyiyi, güzeli, doğruyu anlatarak ömürlerini tükettikten sonra sonsuzluğa göçmüş bütün öğretmenleri rahmetle anıyorum.
Öğrenim olmuş ya da meslek yaşamımda elimden tutmuş tüm öğretmenlerimin; tabii en başta ilham kaynağım Sevgili Müdirem Mürüvet Demirtaş’ın ve sonra bana yol gösteren değerli pîrler Esin Bozbaş’ın, Refik İnci’nin, Nazmi Ünal’ın, Recayi Küren’in, Hasan Baltacı’nın, Sezai Tolunay’ın, Zeliha Gümüş’ün, ellerinden öpüyor, kendilerine uzun ve sağlıklı ömürler diliyorum…
Ama dilemek yetmiyor tabii…
Gücü, yetkisi, imkânı ve tabii en başta ‘sorumluluğu’ olanların; özel sektör çalışanı-devlet memuru ayrımı yapmadan, bahaneler üretmeden ve 24 Kasım’da atacakları nutukların ve mesajların üzerinden daha 24 saat geçmeden onları unutmamalarını, öğretmenlerin yaşadığı sorunları gerçekten duymalarını, görmelerini ve o sorunlara çözüm üretmelerini bekliyoruz.
Öte yandan sorunlarına çözüm beklerken duraksamayan, olumsuzluklara rağmen mesleğini layıkıyla icra eden; dahası mesleğini yaşam felsefesine dönüştürebilen öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Her sabah evinden çıkarken ‘İşe gidiyorum’ değil de gönül dolusu ‘Okula, çocuklarıma gidiyorum’ diyebilen öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Yarını ve bugünden daha güzel bir hayatı düşleme becerisine sahip öğretmenlerin gününü kutluyoruz…
Fedakâr, cefakâr, vefakâr tüm öğretmenlerin ve yani hayatı ıskalamamış, meslek etiğini savsaklamamış ‘gerçek öğretmen’lerin gününü kutluyoruz…
Neredeyse tamamını bu kutsallık seviyesinin üzerinde gördüğüm geçmişteki ya da bugünkü sevgili takım arkadaşlarımın, ilham verici meslektaşlarımın öğretmenler gününü kutluyorum.