
1978’li yıllar… Mevsim yaz… Bir bayram, hatırlamıyorum, Ramazan mı Kurban mı?
İstanbul’dayım, gazetecilik okuyorum ve Milli Gazete’de çalışıyorum.
O yıllarda bayram günleri gazeteler çıkmıyordu. Tatiliz yani. Fakat ben bayramı geçirmek üzere Erzurum’a ailemin yanına gidememişim. Yalnızım, galiba biraz da üzgünüm.
Üsküdar’da oturuyorum. Konu komşu ile camide bayram namazı sonrası zaten bayramlaşmışız. Gelip giden yok, bizim gideceğimiz kimse yok. Ne yapayım? Kalkıp Cağaloğlu’na doğru gideyim diyorum ve düşüyorum yollara. Vapur’da, ‘tanınmamış şair’ lakin benim tanıdığım Ramazan Tunç ile karşılaşıyorum. Bayramlaşıyoruz. Tunç, benden on, on beş yaş büyük. Vapurdan indik. Yolumuz aynı Tunç’la. Cağaloğlu yokuşunu aheste adımlarla çıkıyoruz. Tam Yerebatan caddesine döneceğimiz sırada Rahmetli Sezai Karakoç ile burun buruna geliyoruz. Tabi ben hemen Üstadın elini öpmek ve bayramını kutlamak için hamle yapıyorum. Tatlı bir şekilde elimi tokatlıyor. ‘Ne bayramı, bayram mayram yok; İslam dünyası kan ağlıyor, biz hangi bayramı yapıyoruz!’

Sonra yürüyüp gidiyor…
Filistin’den Suriye’ye, Keşmir’den Yemen’e, Doğu Türkistan’dan Eritre’ye kadar küresel ölçekte Müslümanların hala çözülemeyen pek çok sorunu o günlerin de sorunu ve tabi bu konular Üstadın DİRİLİŞ dergisinde gündemde tuttuğu konular.
Ramazan Tunç, benden şaşkın, ardı sıra bakıyoruz, fakat İslam dünyasının perişan halini hatırlayınca ona hak vermemek mümkün mü?
Sezai Karakoç’un ofisi Üretmen İşhanı’nda; Milli Gazete de aynı binada, zaman zaman, üçüncü kattaki ofisine çıkıyorum. İçerisi her zamanki gibi, öğrencilerle dolu.
Üstat, geniş fakat rengi soluk eski masasında başını eğmiş, kalemle bir şeyler yazıyor.
Bir şey soran olursa başını kaldırıp bir şeyler söylüyor, yoksa ortamda, Allah kulu yokmuş gibi, yazısına yahut şiirine dalıp gidiyor.
Evi yok, arabası yok, ben gitmedim gidenlerin söylediğine göre evinde kayda değer bir eşyası da yok…
O, ötelerin adamıydı…
Şunu da yanlış anlamamalı: O, ünlü şiirinde Yaratan’a hitap ederek, ‘uzatma dünya sürgünümü benim’ derken ölümü temenni etmiyordu.
Çünkü bunu talep etmek dünya vazifesinden ayrılmayı istemekti ki, elinde bayrak taşıyan bir süvariye elbette böyle bir yakıştırma yapılamaz.
O’nun için dünya bir vazife yeriydi.
Vazife ne? Son nefese kadar Allah’a kulluk. Şiiri ve yazıları bu vazifenin fiziğini ve metafiziğini kurdu.
Hayali gözlerimin önündü. Elinde yeni fikirlerinin ve şiirlerinin notlarını taşıyan küçük çantası, yoksa dünyası mı, kendi âlemine dalmış, salına salına, Cağaloğlu rampasını iniyor.
Onu takip edenler, Boğaziçi’nin sahil kahvelerinde onunla karşılaşabilirlerdi. Dalga hışırtıları, martı sesleri, arada düdük çalan vapurlar ve mekânın insan devinimi, tüm bunlar, onun sanatı için bir fondu, çünkü bu tür mekânlarda kendisini ne görsek, izbe bir masada, sırtı kalabalığa dönük, elinde kalemi, önünde kâğıdı, masasında çayı ve simidi…
O, içiyle meşgul biriydi…
Üstadın bize bıraktığı şiiri ve nesirleri birer tezdir. Ülkemizin, İslam dünyasının ve hatta tüm insanlığın sorunları ve çözümleri çalışmalarında yer almıştır.
Onun sözleri hem zihne hem de gönle hitap eder.
Uzun ömrü boyunca, İslam dünyasındaki çöküş ve çözülme sürecinden çıkış yollarını aradı ve bulduklarını DİRİLİŞ ülküsüyle gençliğe bıraktı.
Şiiri ve düz yazıları Türkçe’nin de bir merhalesidir…
İkinci Yeni akımının en büyük şairlerinden birisiydi. Diğerleri, şiirlerinde karamsarlık ve hüznü temellendirirken, Sezai Karakoç, umudu işledi ve o ekolden bu yönüyle ayrıldı.
Yeniden diriliş! Bütün mesele bunu anlamaktı; çünkü vahyi hayatın merkezi yapmadan İslam âlemi yeniden ayağa kalkamayacaktı.
İşte ömrünü, bu fikri temellendirmek, akıllara ve kalplere işittirmek için geçirdi rahmetli Sezai Karakoç.
Şahidiz ya Rabbi.
İstanbul’dayım, gazetecilik okuyorum ve Milli Gazete’de çalışıyorum.
O yıllarda bayram günleri gazeteler çıkmıyordu. Tatiliz yani. Fakat ben bayramı geçirmek üzere Erzurum’a ailemin yanına gidememişim. Yalnızım, galiba biraz da üzgünüm.
Üsküdar’da oturuyorum. Konu komşu ile camide bayram namazı sonrası zaten bayramlaşmışız. Gelip giden yok, bizim gideceğimiz kimse yok. Ne yapayım? Kalkıp Cağaloğlu’na doğru gideyim diyorum ve düşüyorum yollara. Vapur’da, ‘tanınmamış şair’ lakin benim tanıdığım Ramazan Tunç ile karşılaşıyorum. Bayramlaşıyoruz. Tunç, benden on, on beş yaş büyük. Vapurdan indik. Yolumuz aynı Tunç’la. Cağaloğlu yokuşunu aheste adımlarla çıkıyoruz. Tam Yerebatan caddesine döneceğimiz sırada Rahmetli Sezai Karakoç ile burun buruna geliyoruz. Tabi ben hemen Üstadın elini öpmek ve bayramını kutlamak için hamle yapıyorum. Tatlı bir şekilde elimi tokatlıyor. ‘Ne bayramı, bayram mayram yok; İslam dünyası kan ağlıyor, biz hangi bayramı yapıyoruz!’

Sonra yürüyüp gidiyor…
Filistin’den Suriye’ye, Keşmir’den Yemen’e, Doğu Türkistan’dan Eritre’ye kadar küresel ölçekte Müslümanların hala çözülemeyen pek çok sorunu o günlerin de sorunu ve tabi bu konular Üstadın DİRİLİŞ dergisinde gündemde tuttuğu konular.
Ramazan Tunç, benden şaşkın, ardı sıra bakıyoruz, fakat İslam dünyasının perişan halini hatırlayınca ona hak vermemek mümkün mü?
Sezai Karakoç’un ofisi Üretmen İşhanı’nda; Milli Gazete de aynı binada, zaman zaman, üçüncü kattaki ofisine çıkıyorum. İçerisi her zamanki gibi, öğrencilerle dolu.
Üstat, geniş fakat rengi soluk eski masasında başını eğmiş, kalemle bir şeyler yazıyor.
Bir şey soran olursa başını kaldırıp bir şeyler söylüyor, yoksa ortamda, Allah kulu yokmuş gibi, yazısına yahut şiirine dalıp gidiyor.
Evi yok, arabası yok, ben gitmedim gidenlerin söylediğine göre evinde kayda değer bir eşyası da yok…
O, ötelerin adamıydı…
Şunu da yanlış anlamamalı: O, ünlü şiirinde Yaratan’a hitap ederek, ‘uzatma dünya sürgünümü benim’ derken ölümü temenni etmiyordu.
Çünkü bunu talep etmek dünya vazifesinden ayrılmayı istemekti ki, elinde bayrak taşıyan bir süvariye elbette böyle bir yakıştırma yapılamaz.
O’nun için dünya bir vazife yeriydi.
Vazife ne? Son nefese kadar Allah’a kulluk. Şiiri ve yazıları bu vazifenin fiziğini ve metafiziğini kurdu.
Hayali gözlerimin önündü. Elinde yeni fikirlerinin ve şiirlerinin notlarını taşıyan küçük çantası, yoksa dünyası mı, kendi âlemine dalmış, salına salına, Cağaloğlu rampasını iniyor.
Onu takip edenler, Boğaziçi’nin sahil kahvelerinde onunla karşılaşabilirlerdi. Dalga hışırtıları, martı sesleri, arada düdük çalan vapurlar ve mekânın insan devinimi, tüm bunlar, onun sanatı için bir fondu, çünkü bu tür mekânlarda kendisini ne görsek, izbe bir masada, sırtı kalabalığa dönük, elinde kalemi, önünde kâğıdı, masasında çayı ve simidi…
O, içiyle meşgul biriydi…
Üstadın bize bıraktığı şiiri ve nesirleri birer tezdir. Ülkemizin, İslam dünyasının ve hatta tüm insanlığın sorunları ve çözümleri çalışmalarında yer almıştır.
Onun sözleri hem zihne hem de gönle hitap eder.
Uzun ömrü boyunca, İslam dünyasındaki çöküş ve çözülme sürecinden çıkış yollarını aradı ve bulduklarını DİRİLİŞ ülküsüyle gençliğe bıraktı.
Şiiri ve düz yazıları Türkçe’nin de bir merhalesidir…
İkinci Yeni akımının en büyük şairlerinden birisiydi. Diğerleri, şiirlerinde karamsarlık ve hüznü temellendirirken, Sezai Karakoç, umudu işledi ve o ekolden bu yönüyle ayrıldı.
Yeniden diriliş! Bütün mesele bunu anlamaktı; çünkü vahyi hayatın merkezi yapmadan İslam âlemi yeniden ayağa kalkamayacaktı.
İşte ömrünü, bu fikri temellendirmek, akıllara ve kalplere işittirmek için geçirdi rahmetli Sezai Karakoç.
Şahidiz ya Rabbi.