
En tamamlanmış…
En bilgiç…
En oturaklı zamanıdır…
Ay; dolunayda, kendini bir şey zanneder…
Zanneder ki, o değil de dünya döner etrafında…
Zanneder ki, o olmasa kainatın karanlığında yol gösterici bulunmayacak…
Öyle zanneder dolunaya gelip çatınca ay!
Sonra gecenin en kesif anı gelir ve dolunay hiç bitmeyecek bir saltanatın sultanlığına iyice yakıştırır kendisini!
Bilmez ki,karanlığın dibi aslında aydınlığın başlangıcıdır…
Sonra şafak atmaya başladığında, kamer değil, hilal değil ama dolunay direnmeye kast eder…
Küçük ışığını aydınlığın karşısında diri tutmak için savaşır…
Çabalar kibirli saltanatını çaresiz terk edeceği güne karşı durmaya…
Nihayet zamanı geldiğinde acizliğinin farkına varır ya, iş işten geçmiştir.
Bir oyun boyun eğmediğinden güne, sürüklenerek, tartaklanarak götürülecektir, kendi elleriyle eylediği zindanına!
Dolunay, hilale benzemez, kamere benzemez dolunay…
Ne yapsa elleriyle giyindiği kibir hil’atından sıyrılamaz…
Ve sürüklenirken bağırır durmadan…
Ben öksüzüm…
Gecenin yetimiyim ben…
Siyah esvabımı kirletip ak eyledi zalimler!
O zalimler karanlığımdan sıyırıp beni aydınlağa mahkum ettiler!
***
Ey aşık, sen dolunay gibi olma da kibir kılıcıyla vurma başını!
Seni karanlıkta ışıklandıran, senden aydınlığını alınca isyan telini titretmeye kalkma…
Vefasızlık etme o Sultan’a!
Benin aydınlığım dediğin karanlık yitince, ortalığı velveleye verme…
Sükut et ve ey Sevgili ihsanlarını azaltma, benim karanlığımı da gözden çıkarma diye yalvar…
Sevgiliye bulut gibi boyun eğ ve yağmurlarını indirmekten imtina etme!
O vakit belki Sevgili sana yeniden bir bakışla tenezzül eder!
İşte o vakit yeniden senin vaktin olur!