
12 Eylül 1980 Cuma günü, o günün en yüksek tirajlı gazetesi olan Hürriyet’in manşetinde kalın siyah puntolarla işlenmiş dört sözcük vardı: Ordu yönetime el koydu!
37 yıl önce bugün…
12 Eylül’ün öncesi, planlaması soğuk savaş dönemi uluslararası aktörlerinin kozmik odalarına uzanan gerçek ve kanlı bir entrikadır…
12 Eylül’ün sonrası, ne yazık ki 12 Eylül’ün hâlâ yaşayan aktörleri açısından bugüne dek tümüyle aydınlatılamamış, aklanamamış, toplum vicdanının bütünüyle rahatlatılamadığı bir trajik anılar ve kozmik sırlar denizidir…
12 Eylül’ün öncesi ve sonrası, gerçekleşmiş ve sonuçlandırılamamış yargı boyutuyla hâlâ esaslı bir bilmecedir…
Başlı başına bir trajedidir.
Kısaca ‘12 Eylül, toplum nezdinde dosyası henüz kapanmamış bir darbedir’.
Kapanmamış bir dosyanın hükmü ve etkisi, o dosya kapanıncaya kadar sürer!
15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün gerçekleştirdiği hain ve kanlı darbe girişiminin 12 Eylül’le sosyolojik ve politik açılardan hiçbir bağlantısı olmadığını iddia edebilir misiniz?
Bu zor!
Çünkü; darbe, bir kültürdür.
Kara bir kültür.
Vuku bulmuş, plan paftalarından sokağa taşmış, sivil yaşamın üzerine çullanmış, birbirini izleyen veya aralarına uzun yıllar sığmış bütün darbeler arasında çok net ama belki ilk bakışta kolayca farkedilemeyen bir bağlantı vardır. Kültürel, askeri, ekonomik, bürokratik, demokratik, feodal onlarca derin ayrıntıya yaslanan yüzlerce bağlantı kurulabilir bir ülkede gerçekleşmiş darbeler arasında.
Bakınız: Afrika ülkelerinin demokrasi tarihi…
Bakınız: Latin Amerika’nın sivilleşme tarihi…
Bakınız: Türkiye’de darbeler tarihi…
Ve asıl önemli ayrıntı şudur:
Darbe kültürünün panzehiri demokrasidir!
Daha fazla demokrasi…
Gerçek demokrasi…
Amerika’nın kendi hasta bünyesinden ihraç ettiği ya da Avrupa’nın çelişki yüklü doktrinlerinden damıtılacak demokrasi değil, gerçek ve evrensel normlarda demokrasi…
Nasıl bir şeydir o?
Konfüçyüs’ün evrensel ahlak ilkeleri bağlamında değindiği şeydir o…
Sokrates’in idealize ettiği, Platon’un politik temelleri üzerine bizi düşündürdüğü, İbn-i Sina’nın akılla ilişkilendirdiği, Descartes’ın teorik matematikle uzlaştırdığı, Spinoza’nın varlık problemine uladığı, Jean-Jacques Rousseau’nun adalet ve hukuk bağlamında irdelediği, Kant’ın bilimin felsefi temelleri açısından yargıladığı şeydir demokrasi…
Çağlar üstüdür…
Irklar üstüdür…
Dikkatinizi çekmiştir; Donald Trump’ı, Angela Merkel’i, Edouard Philippe’i, Theresa May’i, Vladimir Putin’i anmadım bile…
Çünkü bu son saydıklarım, demokrasi kuramını evrensel boyutta oluşturmuş kimseler değil. Bunlar sadece birer geçici uygulayıcı.
Üstelik bana göre teorik demokrasi, insan hakları ve evrensel standartlar bağlamında son derece de beceriksiz uygulayıcılar.
Demokrasiyi bize saydığım ilk gruptaki filozoflar anlatabilir, bu ikinci guruptaki faniler değil.
Dolayısıyla İbn-i Sina’yı, Descartes’ı, Spinoza’yı, Jean-Jacques Rousseau’yu iyi anlamış kimseler 27 Mayısların, 12 Eylüllerin, 15 Temmuzların önüne geçebilir; ideolojisini ve bütün maneviyatını canhıraş biçimde Trump’ı, Merkel’i, Philippe’i, May’i, Putin’i eleştirmek üzerine kuranlar ya da dünyanın bugünkü berbat durumuna bakıp sadece liderleri kargışlayanlar değil…
***
Haşim Akman, Doğan Kitap’tan çıkmış ‘Otuz Yıldır 12 Eylül’ü Yaşayanlar Anlatıyor’ adlı o çok etkileyici kitabının ‘Unutmak İçin Hatırlamak’ başlıklı bölümünde diyor ki:
‘Bu ülkede yaşı 50’ye dayanmış herkesin bir 12 Eylül hikâyesi vardır. Darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980 Cuma saat 03.00’ten 1984 seçimlerine kadar geçen süre içinde idam edilenler, hatta yaşı büyütülerek idam edilenler, fişlenenler, işten atılanlar, yurttaşlıktan atılanlar, yurtdışına çıkanlar, işkencede cezaevinde açlık grevinde ölenler, ‘intihar edenler’ oldu. Partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı; gazeteler, dergiler, kitaplar, şarkılar, filmler yasaklandı, toplatıldı, yakıldı; gazeteciler hapse atıldı, öldürüldü; öğretmenler okullarından atıldı…
12 Eylül üzerine bugüne kadar şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; şarkılar yapıldı, sinema filmleri, belgeseller çekildi; ama hep yaşanmışlıklar öne çıktı. Yaşananlar tek kelimeyle vahşetti. Bundan hiç kuşku yok; ancak yazılıp çizilenlerde sürekli vahşeti öne çıkartmak, yazıp çizende bir arınma sağlasa da ‘bela’nın kendisini, nedenlerini anlama’ çabalarının ötelenmesine yol açabilir.
***
Evet, hakikaten bu ülkede yaşı 50’ye dayanmış veya 50’yi geçmiş herkesin dokunaklı bir 12 Eylül hikâyesi vardır.
37 yıl önce bugün…
12 Eylül 1980 Cuma günü, Hürriyet’in manşetine kalın siyah puntolarla ‘Ordu yönetime el koydu!’ haberini oturttuğu o gün, babamın banyo sobamızda kitaplarını ve kasetlerini yaktığını anımsıyorum.
O kitaplar, o kasetler şimdi, bugün bütün kitapçılarda, müzik marketlerde özgürce satılan şeyler…
Onlar bugün okunuyor ya da dinleniyor diye ülke gerilemiyor.
Ya da dağılmıyor…
Hayat, bildiğimiz olağan biçimde sürüyor…
Ama keşke sağdan-soldan, muhafazakar-devrimci, kapitalist-sosyalist eğilimli bütün o kitapların, o şarkıların, o şiirlerin, o filmlerin betimlediği bütün ütopyalar gerçek olsa!
‘Hepsi’ diyorum; çünkü sağdan-soldan bütün ütopyalar, kusursuz bir dünyayı, mutluluğu, adaleti, mutlu insanları, huzurun bizzat kendisini ve barışı tarif ediyor.
Bazı şeyler başarılamayacak gibi görünse de an azından ütopyalar, onları cesaretle tarif ediyor.
37 yıl önce bugün…
12 Eylül’ün öncesi, planlaması soğuk savaş dönemi uluslararası aktörlerinin kozmik odalarına uzanan gerçek ve kanlı bir entrikadır…
12 Eylül’ün sonrası, ne yazık ki 12 Eylül’ün hâlâ yaşayan aktörleri açısından bugüne dek tümüyle aydınlatılamamış, aklanamamış, toplum vicdanının bütünüyle rahatlatılamadığı bir trajik anılar ve kozmik sırlar denizidir…
12 Eylül’ün öncesi ve sonrası, gerçekleşmiş ve sonuçlandırılamamış yargı boyutuyla hâlâ esaslı bir bilmecedir…
Başlı başına bir trajedidir.
Kısaca ‘12 Eylül, toplum nezdinde dosyası henüz kapanmamış bir darbedir’.
Kapanmamış bir dosyanın hükmü ve etkisi, o dosya kapanıncaya kadar sürer!
15 Temmuz 2016’da FETÖ’nün gerçekleştirdiği hain ve kanlı darbe girişiminin 12 Eylül’le sosyolojik ve politik açılardan hiçbir bağlantısı olmadığını iddia edebilir misiniz?
Bu zor!
Çünkü; darbe, bir kültürdür.
Kara bir kültür.
Vuku bulmuş, plan paftalarından sokağa taşmış, sivil yaşamın üzerine çullanmış, birbirini izleyen veya aralarına uzun yıllar sığmış bütün darbeler arasında çok net ama belki ilk bakışta kolayca farkedilemeyen bir bağlantı vardır. Kültürel, askeri, ekonomik, bürokratik, demokratik, feodal onlarca derin ayrıntıya yaslanan yüzlerce bağlantı kurulabilir bir ülkede gerçekleşmiş darbeler arasında.
Bakınız: Afrika ülkelerinin demokrasi tarihi…
Bakınız: Latin Amerika’nın sivilleşme tarihi…
Bakınız: Türkiye’de darbeler tarihi…
Ve asıl önemli ayrıntı şudur:
Darbe kültürünün panzehiri demokrasidir!
Daha fazla demokrasi…
Gerçek demokrasi…
Amerika’nın kendi hasta bünyesinden ihraç ettiği ya da Avrupa’nın çelişki yüklü doktrinlerinden damıtılacak demokrasi değil, gerçek ve evrensel normlarda demokrasi…
Nasıl bir şeydir o?
Konfüçyüs’ün evrensel ahlak ilkeleri bağlamında değindiği şeydir o…
Sokrates’in idealize ettiği, Platon’un politik temelleri üzerine bizi düşündürdüğü, İbn-i Sina’nın akılla ilişkilendirdiği, Descartes’ın teorik matematikle uzlaştırdığı, Spinoza’nın varlık problemine uladığı, Jean-Jacques Rousseau’nun adalet ve hukuk bağlamında irdelediği, Kant’ın bilimin felsefi temelleri açısından yargıladığı şeydir demokrasi…
Çağlar üstüdür…
Irklar üstüdür…
Dikkatinizi çekmiştir; Donald Trump’ı, Angela Merkel’i, Edouard Philippe’i, Theresa May’i, Vladimir Putin’i anmadım bile…
Çünkü bu son saydıklarım, demokrasi kuramını evrensel boyutta oluşturmuş kimseler değil. Bunlar sadece birer geçici uygulayıcı.
Üstelik bana göre teorik demokrasi, insan hakları ve evrensel standartlar bağlamında son derece de beceriksiz uygulayıcılar.
Demokrasiyi bize saydığım ilk gruptaki filozoflar anlatabilir, bu ikinci guruptaki faniler değil.
Dolayısıyla İbn-i Sina’yı, Descartes’ı, Spinoza’yı, Jean-Jacques Rousseau’yu iyi anlamış kimseler 27 Mayısların, 12 Eylüllerin, 15 Temmuzların önüne geçebilir; ideolojisini ve bütün maneviyatını canhıraş biçimde Trump’ı, Merkel’i, Philippe’i, May’i, Putin’i eleştirmek üzerine kuranlar ya da dünyanın bugünkü berbat durumuna bakıp sadece liderleri kargışlayanlar değil…
***
Haşim Akman, Doğan Kitap’tan çıkmış ‘Otuz Yıldır 12 Eylül’ü Yaşayanlar Anlatıyor’ adlı o çok etkileyici kitabının ‘Unutmak İçin Hatırlamak’ başlıklı bölümünde diyor ki:
‘Bu ülkede yaşı 50’ye dayanmış herkesin bir 12 Eylül hikâyesi vardır. Darbenin gerçekleştiği 12 Eylül 1980 Cuma saat 03.00’ten 1984 seçimlerine kadar geçen süre içinde idam edilenler, hatta yaşı büyütülerek idam edilenler, fişlenenler, işten atılanlar, yurttaşlıktan atılanlar, yurtdışına çıkanlar, işkencede cezaevinde açlık grevinde ölenler, ‘intihar edenler’ oldu. Partiler, sendikalar, dernekler kapatıldı; gazeteler, dergiler, kitaplar, şarkılar, filmler yasaklandı, toplatıldı, yakıldı; gazeteciler hapse atıldı, öldürüldü; öğretmenler okullarından atıldı…
12 Eylül üzerine bugüne kadar şiirler, öyküler, romanlar yazıldı; şarkılar yapıldı, sinema filmleri, belgeseller çekildi; ama hep yaşanmışlıklar öne çıktı. Yaşananlar tek kelimeyle vahşetti. Bundan hiç kuşku yok; ancak yazılıp çizilenlerde sürekli vahşeti öne çıkartmak, yazıp çizende bir arınma sağlasa da ‘bela’nın kendisini, nedenlerini anlama’ çabalarının ötelenmesine yol açabilir.
***
Evet, hakikaten bu ülkede yaşı 50’ye dayanmış veya 50’yi geçmiş herkesin dokunaklı bir 12 Eylül hikâyesi vardır.
37 yıl önce bugün…
12 Eylül 1980 Cuma günü, Hürriyet’in manşetine kalın siyah puntolarla ‘Ordu yönetime el koydu!’ haberini oturttuğu o gün, babamın banyo sobamızda kitaplarını ve kasetlerini yaktığını anımsıyorum.
O kitaplar, o kasetler şimdi, bugün bütün kitapçılarda, müzik marketlerde özgürce satılan şeyler…
Onlar bugün okunuyor ya da dinleniyor diye ülke gerilemiyor.
Ya da dağılmıyor…
Hayat, bildiğimiz olağan biçimde sürüyor…
Ama keşke sağdan-soldan, muhafazakar-devrimci, kapitalist-sosyalist eğilimli bütün o kitapların, o şarkıların, o şiirlerin, o filmlerin betimlediği bütün ütopyalar gerçek olsa!
‘Hepsi’ diyorum; çünkü sağdan-soldan bütün ütopyalar, kusursuz bir dünyayı, mutluluğu, adaleti, mutlu insanları, huzurun bizzat kendisini ve barışı tarif ediyor.
Bazı şeyler başarılamayacak gibi görünse de an azından ütopyalar, onları cesaretle tarif ediyor.