
Vakit epeyce ilerlemişti medreseden çıktım ve hemen karşıda bulunan üç medeniyete de ev sahipliği yapmış eşsiz mimarisiyle bütün herkesi büyüleyen Kalemiz… Kaleyi gezmeye başladıktan sonra Saat Kulesi’nin içinde bulunan en eski yapılı Türk mescidi görmek çok hoşuma gitti. Çok eski zamanlardan beri var olmasına rağmen bu günlere kadar gelmiş olması bizlerin tarihimize ve geçmişimize vermiş olduğu değerin en büyük kanıtıydı. Kafamı kaldırdığım anda bir tarihin bir tarihe şahitlik etmiş olduğu üç tabyayı karşımda gördüm.. Aklıma gelen o eşsiz mücadele ve bize örnek oluşturacak o mücadeleci ve yıkılmayan kadın Nene Hatun beni duygulandırdı, gözümden akan yaşlara rağmen mutluydum. Upuzun ve bir o kadar da yorucu olmasına rağmen bitmesini hiç ama hiç istemediğim bir gün geçirdim. Ben Havuzbaşından Erzurum Kalesi’ne bin adımda vardım. O bin adımın her birinde Erzurum’u değil bin yıllık tarihimi adımladım. O bin adımı yürümeyi göze almak da size kalsın ben buraya kadar Erzurum’u değil tarihimizi tanıttım...
Güneşin yüzünü hafif hafif gösterdiği saatlerde yaptığım geziye devam etmeye başladım. Yapbozun eksik kalan parçalarını tamamlamak için yola koyuldum. İlk olarak ”Vatan bir bütündür parçalanamaz.” kararının alınmış olduğu Kongre Binası’na gittim. Kongre Bina’sı da gördüğüm diğer yapılarda olduğu gibi beni bambaşka yerlere götürdü. 23 Temmuz- 7 Ağustos 1919’da verilen o büyük mücadeleyi hatırladım ve büyük bir gurur ve mutlulukla yoluma devam ettim. Bir sonraki durağım olan Rüstem Paşa Bedesten’i yani Taşhan’a gittim. Rüstem Paşa, hani Osmanlı Devletinin en kudretli padişahı ve en uzun süreli tahtta kalmış padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı olan Paşa. İki kat olan bu yapıda daha kapıdan girer girmez yerin altından bin bir zorlukla çıkarılan işini aşkla yapan usta eller tarafından işlenerek göz kamaştırıcı şekiller alan kimi zaman tespih kimi zaman süs eşyası olan ve vitrinlerde yerini alan oltu taşları… . Hepsi o kadar güzeldi ki insan bakmaktan kendini alamıyordu. Hiç çıkmak istedim ve orada epeyce bir zaman geçirdim. Zamanın nasıl geçtiğini her yerde olduğu gibi burda da anlayamadım hemen dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda artık acıktığımı hissettim. Bir lokantaya girdim ve odun ateşinde pişen Erzurum’un olmazsa olmazı o güzel cağ kebabından yedim. Tadını asla unutamayacağım o güzel yemekten sonra kaldığım yerden yola koyuldum. Önce bir yerde oturdum ve oturan insanları izledim. Etrafımda ki insanlar sıcacık çaylarını yudumlarken koyu ve samimi bir sohbete dalmışlardı. Çay servisinin bardakla değil demlikle, açık ve limonlu ve olmazsa olmaz sadece Erzurum’da bulunan kıtlama şekerle yapılması çok hoşuma gitti. ”Çay Karadeniz’de üretilir Erzurum’da tüketilir.” sözünün doğruluğunu bir kez daha anladım. Çayımı kıtlama şekerin vermiş olduğu o eşsiz hazla içtikten sonra gezmeye devam ettim. Erzurum’da bulunan yüzlerce camiden biri olan kubbesinin üstünün kurşunla kaplı olması sebebiyle Kurşunlu Camii adını almış, mihrabı taştan ve mukarnaslı yapının ahşap minberiyle Türk ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan camiye girdim. Hemen her yapıda kullanılmış olan mukarnas detayı eski zamanlarda her şeyin ince ince düşünülüp yapılmış olduğunun kanıtıydı. Camiden çıktım ve Osmanlıdan bugüne kadar varlığını sürdürmüş en eski çeşme olan Şabahane Çeşmesinin o buz gibi suyundan içmeye gittim .. Suyumu içtikten sonra her yeni yerde yeni muazzam şeyleri öğrenmiş olduğum bu yolculuğa devam ettim. Sırada Narmanlı Camii vardı. Hepsi birbirinden güzel birçok camii gördüm. Birbirine yakın bu kadar çok caminin olmasının sebebi eski dönemlerde camilerin medrese görevi görerek binlerce çocuk yetiştirmesi olmalıydı bu yüzden de birbirine yakın birçok camii vardı. Ardından son durağım olan Anadolu’da bulunan anıt mezarların en güzel örnekleri arasında bulunan çok eski zamanlardan beri var olan Üç Kümbetler’e gittim ve yine çok güzel bir yerle karşı karşıya kaldım. Üzerimde tatlı bir yorgunluk vardı. Buna rağmen bu güzel tarihiyle, yemekleriyle, doğasıyla ve sımsıcak insanlarıyla bana kucak açan Erzurum gezimi bitirdim. Bu güzel şehir bana birçok yeni ve asla unutamayacağım pek çok anı bıraktı...
Güneşin yüzünü hafif hafif gösterdiği saatlerde yaptığım geziye devam etmeye başladım. Yapbozun eksik kalan parçalarını tamamlamak için yola koyuldum. İlk olarak ”Vatan bir bütündür parçalanamaz.” kararının alınmış olduğu Kongre Binası’na gittim. Kongre Bina’sı da gördüğüm diğer yapılarda olduğu gibi beni bambaşka yerlere götürdü. 23 Temmuz- 7 Ağustos 1919’da verilen o büyük mücadeleyi hatırladım ve büyük bir gurur ve mutlulukla yoluma devam ettim. Bir sonraki durağım olan Rüstem Paşa Bedesten’i yani Taşhan’a gittim. Rüstem Paşa, hani Osmanlı Devletinin en kudretli padişahı ve en uzun süreli tahtta kalmış padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın damadı olan Paşa. İki kat olan bu yapıda daha kapıdan girer girmez yerin altından bin bir zorlukla çıkarılan işini aşkla yapan usta eller tarafından işlenerek göz kamaştırıcı şekiller alan kimi zaman tespih kimi zaman süs eşyası olan ve vitrinlerde yerini alan oltu taşları… . Hepsi o kadar güzeldi ki insan bakmaktan kendini alamıyordu. Hiç çıkmak istedim ve orada epeyce bir zaman geçirdim. Zamanın nasıl geçtiğini her yerde olduğu gibi burda da anlayamadım hemen dışarı çıktım. Dışarı çıktığımda artık acıktığımı hissettim. Bir lokantaya girdim ve odun ateşinde pişen Erzurum’un olmazsa olmazı o güzel cağ kebabından yedim. Tadını asla unutamayacağım o güzel yemekten sonra kaldığım yerden yola koyuldum. Önce bir yerde oturdum ve oturan insanları izledim. Etrafımda ki insanlar sıcacık çaylarını yudumlarken koyu ve samimi bir sohbete dalmışlardı. Çay servisinin bardakla değil demlikle, açık ve limonlu ve olmazsa olmaz sadece Erzurum’da bulunan kıtlama şekerle yapılması çok hoşuma gitti. ”Çay Karadeniz’de üretilir Erzurum’da tüketilir.” sözünün doğruluğunu bir kez daha anladım. Çayımı kıtlama şekerin vermiş olduğu o eşsiz hazla içtikten sonra gezmeye devam ettim. Erzurum’da bulunan yüzlerce camiden biri olan kubbesinin üstünün kurşunla kaplı olması sebebiyle Kurşunlu Camii adını almış, mihrabı taştan ve mukarnaslı yapının ahşap minberiyle Türk ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden biri olan camiye girdim. Hemen her yapıda kullanılmış olan mukarnas detayı eski zamanlarda her şeyin ince ince düşünülüp yapılmış olduğunun kanıtıydı. Camiden çıktım ve Osmanlıdan bugüne kadar varlığını sürdürmüş en eski çeşme olan Şabahane Çeşmesinin o buz gibi suyundan içmeye gittim .. Suyumu içtikten sonra her yeni yerde yeni muazzam şeyleri öğrenmiş olduğum bu yolculuğa devam ettim. Sırada Narmanlı Camii vardı. Hepsi birbirinden güzel birçok camii gördüm. Birbirine yakın bu kadar çok caminin olmasının sebebi eski dönemlerde camilerin medrese görevi görerek binlerce çocuk yetiştirmesi olmalıydı bu yüzden de birbirine yakın birçok camii vardı. Ardından son durağım olan Anadolu’da bulunan anıt mezarların en güzel örnekleri arasında bulunan çok eski zamanlardan beri var olan Üç Kümbetler’e gittim ve yine çok güzel bir yerle karşı karşıya kaldım. Üzerimde tatlı bir yorgunluk vardı. Buna rağmen bu güzel tarihiyle, yemekleriyle, doğasıyla ve sımsıcak insanlarıyla bana kucak açan Erzurum gezimi bitirdim. Bu güzel şehir bana birçok yeni ve asla unutamayacağım pek çok anı bıraktı...