
‘Çin’ deyince şu sıralar ilk akla gelen şey hiç kuşkusuz ‘Wuhan, Koronavirüs, küresel salgın…’.
Ya da Çin aşısı-Alman aşısı polemiği…
Her neyse, hepsi bizi aynı yere sürüklüyor nasılsa.
Ve sağlık hususunda algılarımız sonuna kadar açık, tedirginliğimiz had safhada olsa da şu berbat salgın konusunda hekimleri bastıran onca bilirkişi (?!) varken biz o konulara hiç girmeyelim.
Ama bir tarafıyla yine Çin’e değen başka bir dosya var elimde:
2 Aralık’ta (2020) www.internethaber.com sitesinde son derece ilginç bir haber yayınlandı. Haber, İngiliz teknoloji şirketi Comparitech tarafından ‘ülkelerin güvenlik kamerası kullanım eğilimlerini’ belirlemek amacıyla dünya çapında yapılan bir araştırmaya dayandırılıyordu.
Comparitech’in söz konusu raporuna göre “Dünya ülkeleri arasında vatandaşını en çok gözetleyen ülke Çin!
Sadece Çin’in güneybatısındaki 15 milyon 354 bin nüfuslu Çongçing kentinde tamı tamına 2.579.890 etkin kamera var. Bu, her 1000 kişiye 168,03 kamera; her 100 kişiye 16 kamera; her 10 kişiye 1,6 kamera düştüğü anlamına geliyor”.
İşin bir başka trajik yanı da rekortmen Çongçing’i izleyen üç kentin yine Çin’de olması:
12 milyon nüfuslu Şenzen 1.929.600 kamera (her 1000 kişiye 159,09 kamera) ile ikinci; 26 milyon nüfuslu Şanghay, 2.985.984 kamera (her 1000 kişiye 113,46 kamera) ile üçüncü; 13 milyon nüfuslu Tiençin ise 1.244.160 kamera (her 1000 kişiye 92,87 kamera) ile dördüncü sırada…
Bu bağlamda listenin ön sıralarında karşımıza çıkan ilk Avrupa kenti Londra… 9 milyon nüfuslu Londra’da 627.707 kamera var ki bu da her 1000 kişinin 68,40 kamerayla izlendiği anlamına geliyor.
Kısa süreliğine bir işgal de olsa işte o romanlardaki ve filmlerdeki gibi gelişen dehşeti düşünsenize!
Yevgeni Zamyatin imzası taşıyan ve herkesin sadece numaralarla adlandırıldığı, herkesin ‘zanlı’ olduğu, herkesin sürekli kameralarla gözetlendiği bir ülkede geçen Biz adlı roman; Aldous Huxley’in kadınların döllenmesinin ayıp ve yasak sayıldığı için, ‘annelik' ve 'babalık' gibi biyolojik durumların pornografik birer kavram olarak görüldüğü, toplumsal istikrarın temel güvencesinin ise şartlandırma ve hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlandığı bir atmosferi betimleyen romanı Cesur Yeni Dünya…
Keza William Gibson’ın Neuromancer’ı, J.G.Ballard’ın Öteki Dünya’sı da bu bağlamda anılmaya değer romanlar…
Bu romanlar, sürekli gözetlenmenin insanda yarattığı yıkımı da o yıkımla filizlenen başkaldırıyı da çok başarılı biçimde hikâye ederler.
Edebiyattan sinemaya sıçrayalım:
Colin Farrel’ın başrolünde oynadığı 1990 yapımı Total Recall (Gerçeğe Çağrı), Sylvester Stallone’nin gelecekteki bir yargıcı canlandırdığı Judge Dredd (Yargıç) ve Jim Carrey’nin inanılmaz oyunculuğuyla sinema başyapıtına dönüştürdüğü 1998 yapımı Truman Show…
Bu üç filmde de kameralar ya da gizli bir gözetleyici, insanların tüm hareketlerini izler.
Ve başlangıçta sadece etik dışı olan bu ‘gözetleme durumu’ gittikçe yasadışı bir hal alır, acımasızlaşır, nihayet filmde gerçekleşen bütün diğer felaketleri tetikler…
★★
Sonra dileyen dilediğine aynı şeyi yaparsa mesela…
★★
Psikoloji literatüründe ‘özçekim fobisi, takip edilme fobisi, canlı yayın fobisi’ gibi kronikleşmiş bazı psikopatolojik durumlar olsa da güvenlik kameralarından kaynaklandığı belirlenmiş ve mesela benim bu yazının başlığında kullandığıma benzer adla anılan bir sendrom veya bir fobi yok.
Henüz yok!
Dolayısıyla bahsettiklerim şimdilik ‘uyduruk’ şeyler.
Hiç olmaması pek tabii daha iyi olur.
Aslına bakarsanız iyi niyetle kullanılması durumunda MOBESE, GAG, EDS ya da başka yerlerde, başka adlarla anılan gözetleyici kamera sistemlerinin bulunması çok iyi bir şey.
Bu da tıpkı silahlar gibi bir şey.
Her zaman ‘iyilerin ve yasalara saygılı kimselerin kontrolünde, barış ve sükunun hizmetinde olması koşuluyla iyi bir şey!
Ama ya 2000 yılı Hollywood yapımı Nurse Betty’deki o müthiş tiradda tarif edildiği gibi ‘kendi hayatları olmayan insanlar, başka insanların hayatlarıyla yaşamaya başlarlarsa’?
Öyle olursa insanlığı gerçekten trajik bir gelecek bekliyor demektir. Filmlerdekinden kesinlikle çok daha riskli, çok daha gerçek, çok daha acıklı bir gelecek!..
(Pusula arşivinden; 14 Mart 2020)
Ya da Çin aşısı-Alman aşısı polemiği…
Her neyse, hepsi bizi aynı yere sürüklüyor nasılsa.
Ve sağlık hususunda algılarımız sonuna kadar açık, tedirginliğimiz had safhada olsa da şu berbat salgın konusunda hekimleri bastıran onca bilirkişi (?!) varken biz o konulara hiç girmeyelim.
Ama bir tarafıyla yine Çin’e değen başka bir dosya var elimde:
2 Aralık’ta (2020) www.internethaber.com sitesinde son derece ilginç bir haber yayınlandı. Haber, İngiliz teknoloji şirketi Comparitech tarafından ‘ülkelerin güvenlik kamerası kullanım eğilimlerini’ belirlemek amacıyla dünya çapında yapılan bir araştırmaya dayandırılıyordu.
Comparitech’in söz konusu raporuna göre “Dünya ülkeleri arasında vatandaşını en çok gözetleyen ülke Çin!
Sadece Çin’in güneybatısındaki 15 milyon 354 bin nüfuslu Çongçing kentinde tamı tamına 2.579.890 etkin kamera var. Bu, her 1000 kişiye 168,03 kamera; her 100 kişiye 16 kamera; her 10 kişiye 1,6 kamera düştüğü anlamına geliyor”.
Bu, kelimenin tam anlamıyla bir ‘Dünya Rekoru’.
İşin bir başka trajik yanı da rekortmen Çongçing’i izleyen üç kentin yine Çin’de olması:
12 milyon nüfuslu Şenzen 1.929.600 kamera (her 1000 kişiye 159,09 kamera) ile ikinci; 26 milyon nüfuslu Şanghay, 2.985.984 kamera (her 1000 kişiye 113,46 kamera) ile üçüncü; 13 milyon nüfuslu Tiençin ise 1.244.160 kamera (her 1000 kişiye 92,87 kamera) ile dördüncü sırada…
Bu bağlamda listenin ön sıralarında karşımıza çıkan ilk Avrupa kenti Londra… 9 milyon nüfuslu Londra’da 627.707 kamera var ki bu da her 1000 kişinin 68,40 kamerayla izlendiği anlamına geliyor.
Bu anlamda rekor kırmanın Çongçing ya da Çongçing’i izleyen Şenzen, Şanghay, Londra sakinlerini ne derece mutlu ettiği tartışılır; ama milyonlarca kamerayla izlenen Çinlilerin duygularını anlamak için kalkıp Çin’e gitmeye gerek yok; zira aynı araştırmada 25’inci sırada 107 bin kamerayla izlenen İstanbul yer alıyor.
Bu durumda kolay yoldan İstanbullulara ya da oralara kadar gidilebilirse eğer Çongçinglilere sormak lazım:
Nasıl bir duygu?
Her adımında izlenince insan kendini daha güvende mi hissediyor, yoksa rahatsız edici bir durum mu bu?
‘Suçlular korksun, kötüler rahatsız olsun, yarası olan gocunsun’ diyeceğiz haklı olarak; ama ya günün birinde bilim-kurgu filmlerindeki ya da bazı kült romanlardaki gibi bunca kamerayı kontrol eden o loş odada kötü niyetli insanlar oturuyor olursa?
Kısa süreliğine bir işgal de olsa işte o romanlardaki ve filmlerdeki gibi gelişen dehşeti düşünsenize!
Yevgeni Zamyatin imzası taşıyan ve herkesin sadece numaralarla adlandırıldığı, herkesin ‘zanlı’ olduğu, herkesin sürekli kameralarla gözetlendiği bir ülkede geçen Biz adlı roman; Aldous Huxley’in kadınların döllenmesinin ayıp ve yasak sayıldığı için, ‘annelik' ve 'babalık' gibi biyolojik durumların pornografik birer kavram olarak görüldüğü, toplumsal istikrarın temel güvencesinin ise şartlandırma ve hipnopedya -uykuda eğitim- ile sağlandığı bir atmosferi betimleyen romanı Cesur Yeni Dünya…
Keza William Gibson’ın Neuromancer’ı, J.G.Ballard’ın Öteki Dünya’sı da bu bağlamda anılmaya değer romanlar…
Bu romanlar, sürekli gözetlenmenin insanda yarattığı yıkımı da o yıkımla filizlenen başkaldırıyı da çok başarılı biçimde hikâye ederler.
Edebiyattan sinemaya sıçrayalım:
Colin Farrel’ın başrolünde oynadığı 1990 yapımı Total Recall (Gerçeğe Çağrı), Sylvester Stallone’nin gelecekteki bir yargıcı canlandırdığı Judge Dredd (Yargıç) ve Jim Carrey’nin inanılmaz oyunculuğuyla sinema başyapıtına dönüştürdüğü 1998 yapımı Truman Show…
Bu üç filmde de kameralar ya da gizli bir gözetleyici, insanların tüm hareketlerini izler.
Ve başlangıçta sadece etik dışı olan bu ‘gözetleme durumu’ gittikçe yasadışı bir hal alır, acımasızlaşır, nihayet filmde gerçekleşen bütün diğer felaketleri tetikler…
★★
Okurlarımdan bazıları, kameralara ihtiyatlı yaklaşımın aşırı karamsar bir yaklaşım olduğu düşünebilirler.
Ama…
Ya o düşük olasılık, dünyanın bazı yerlerinde bugün bile yüzde yüz gerçeklik kazanmışsa?
Risk gerçeğe dönüşmüşse…
Mesela Çin’de bugün olduğu gibi milyonlarca kamera belli bir inanca, bir topluluğa, bir ırka, mesela Uygur Türklerine, bir silah gibi doğrultulmuşsa?
Ya yarın Londra’da, Paris’te, New York’ta, Yeni Delhi’de siyahi insanlar, göçmenler, Müslümanlar veya başka bir sosyal grup potansiyel suçlu olarak görülüp tüm yaşamları izlenmeye başlarsa?
Avustralya Aborijinlere, Rusya Çeçenlere…
Sonra dileyen dilediğine aynı şeyi yaparsa mesela…
İşte o, sıradan mahremiyet ihlalinin ötesine geçebilecek korkunç bir ihtimaldir…
Bu güvenliksel çözülme, demokrasinin ölümüyle sonuçlanabilir.
Ve ne yazık ki dünyanın bazı bölgelerinde bugün, bu ihtimalin daha ilerisinde bir gerçek durumlar yaşanıyor.
Biliyoruz!
★★
Psikoloji literatüründe ‘özçekim fobisi, takip edilme fobisi, canlı yayın fobisi’ gibi kronikleşmiş bazı psikopatolojik durumlar olsa da güvenlik kameralarından kaynaklandığı belirlenmiş ve mesela benim bu yazının başlığında kullandığıma benzer adla anılan bir sendrom veya bir fobi yok.
Henüz yok!
Dolayısıyla bahsettiklerim şimdilik ‘uyduruk’ şeyler.
Hiç olmaması pek tabii daha iyi olur.
Aslına bakarsanız iyi niyetle kullanılması durumunda MOBESE, GAG, EDS ya da başka yerlerde, başka adlarla anılan gözetleyici kamera sistemlerinin bulunması çok iyi bir şey.
Bu da tıpkı silahlar gibi bir şey.
Her zaman ‘iyilerin ve yasalara saygılı kimselerin kontrolünde, barış ve sükunun hizmetinde olması koşuluyla iyi bir şey!
Ama ya 2000 yılı Hollywood yapımı Nurse Betty’deki o müthiş tiradda tarif edildiği gibi ‘kendi hayatları olmayan insanlar, başka insanların hayatlarıyla yaşamaya başlarlarsa’?
Öyle olursa insanlığı gerçekten trajik bir gelecek bekliyor demektir. Filmlerdekinden kesinlikle çok daha riskli, çok daha gerçek, çok daha acıklı bir gelecek!..
(Pusula arşivinden; 14 Mart 2020)