
Uçurtma Avcısı (The Kite Runner), Afganistan doğumlu Amerikalı yazar Halit Hüseyni'nin ilk romanıydı. 2003 yılında yayınlanan kitap, bir Afgan tarafından İngilizce yazılmış ilk romandı.
Uçurtma Avcısı, kısa sürede The New York Times'ın ‘en çok satanlar listesinde’ bir numaraya kadar yükseldi ve yazıldıktan dört yıl sonra da Amerikalı yapımcı Marc Forster tarafından filme aktarıldı.
Sinema tarafıyla ilgili yorum yapmayacağım ama kitap, hiç kuşku duymadan söylüyorum ki günümüz edebiyatının başyapıtlarından biri.
O kitapta işte, harikulade bir günah tanımı var. Halit Hüseyni, kitabındaki ‘baba’ karakterine şu sözü söyletir:
‘Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah…
O da hırsızlıktır….
Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir... Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Kendisine ait olmayan bir şeyi -bu ister bir can olsun isterse bir dilim ekmek- alan insan âdidir!
Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur...’
***
Şimdi kötülüklerle, suçlarla ve günahlarla örülü dünyamızda kendi gerçek, kendi ‘kurgusal olmayan’ günahlarımıza göz atmaya cesaretimiz var mı?
İtiraf etmeyi bir deneyelim isterseniz, hani dünyayı değiştiremezsek de belki azıcık rahatlarız:
Hüseyni’nin tanımına -en önemli günahın türlü varyasyonlarıyla hırsızlık olduğuna- inanmakla beraber, ben ‘fırsatçılığın’ da bir büyük günah olduğunu düşünüyorum.
Düşünsenize, ‘kelepir’ diye bir sözcük var dilimizde.
Ne demek bu?
Biri dara düştüğünde, zor durumdan kurtulmak için elinde avcunda olanı yok pahasına satmaya kalkıştığında satılığa çıkardığı o eşya, o mal, o mülk de kelepir oluyor: İhtiyaçtan acil satılık!
Halbuki vicdanlı insanların kültüründe dara düşene, elinde avcunda olanı yitirmeden evvel ‘Dur hele!’ demek vardı. ‘Dur hele, acele etme, bir hâl çaresine bakarız. Elimizden gelen yetmezse sonra satarsın malını mülkünü…’
Bitti değil mi?
Ne yazık ki o günler çoktan bitti.
Kapital, banka, kredi, faiz, tefeci, kelepirci derken insanın kendini her halükârda güvende hissetmesini sağlayan o kültür de çoktan tarihe karıştı…
Fırsatçılık, bu büyük günah, düşenin malına çullanmak dışında; günümüz şirket ve rekabet düzeninde sendelemiş birine bir hançer de rakibinin, ‘yerinde gözü olanın’ saplaması olarak da çıkıyor karşımıza. İşletmelerde, kurumlarda, piyasada, politikada, bürokraside, hatta hiç olmaması gereken yerde, bilimde ve sanatta bile…
En küçük bir açık yakalandığında önceki iyiliklerin, başarıların, fedakârlıkların hepsi anında unutuluyor ve dedikodu, veryansın, satış, ihanet başlıyor. ‘Durun arkadaşlar, o burada değil; kendisi gelsin, eleştirinizi yüzüne karşı yapın’ diyen kaç kişi tanıyorsunuz?
Ne yazık ki artık hiç kimse, hiçbir konumda güvende değil.
Her şeyi ve herkesi çabucak gözden çıkarabiliyoruz, buna o kadar hazırız ki…
Herkes birbirini satmaya o kadar hazır ki...
Fırsat kolluyor herkes…
Tenzih edebileceğimiz birileri var mıdır diye düşünüyorum…
Vardır belki ama genel anlamda güvenilirliğimizi kaybettik.
Hikâyesinin ne olduğuna, ne kadar acıklı olduğuna, ‘ağlayanın malının gülene yâr olamayacağına’ aldırış etmeden kelepir bir şeyler arıyoruz; birini sırtından bıçaklamak için sürekli hançerimizi sivriltiyoruz…
Çocuklarımıza, ‘fırsatı bulduğu anda üzerine atlamasını’ öğütlüyoruz…
Yalan mı?
Peki fırsatını bulup üzerine çullandığımız şeyi elde tutmayı nasıl, ne kadar süreyle başaracağız? Biz onu acaba nasıl kaybedeceğiz?..
Bana göre bir başka ‘büyük günah’ da ‘susmak’.
Kötülüğü görüp susmak, yanlışı görüp susmak, haksızlığı görüp susmak, suçu görüp susmak, acıyı görüp susmak, katliamı görüp susmak, hırsızı görüp susmak, yalancıya susmak, kelepirciye susmak, tefeciye susmak…
Sustukça yüreklendiriyoruz kötüleri…
Sustukça hırsızları, tecavüzcüleri, cânileri, dolandırıcıları, şarlatanları şimdi yaptıklarından daha fazlasını da yapabileceklerine inandırıyoruz…
‘Bi’şey olmaz be!’ dedirtiyoruz onlara…
Ve susmak, itiraz etmemek, doğruyu dillendirmemek bizi bitiriyor.
Bizi de kötüler kadar şeytanlaştırıyor!
‘Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır’ diyen kimdi sahi?
Bazı kaynaklarda bu söz Hazreti Muhammet ile, bazı kaynaklarda Hazreti Ali ile ilişkilendiriliyor olsa da aslında bu sözü ilk olarak Arap mütefekkir Kuşeyrî (986-1072) Risale’sinin 62’nci sayfasında ‘Yeri geldiğinde konuşmak, en güzel bir haslet olduğu gibi, zamanında susmasını bilmek de erdemli insanların özelliğidir’ ifadesine yer verdikten sonra Ebu Ali ed-Dekkak’dan duyduğunu belirterek kullanır: Hakkı söylemeyen, haksızlık karşısında suskun kalan şeytandır.
Uçurtma Avcısı, kısa sürede The New York Times'ın ‘en çok satanlar listesinde’ bir numaraya kadar yükseldi ve yazıldıktan dört yıl sonra da Amerikalı yapımcı Marc Forster tarafından filme aktarıldı.
Sinema tarafıyla ilgili yorum yapmayacağım ama kitap, hiç kuşku duymadan söylüyorum ki günümüz edebiyatının başyapıtlarından biri.
O kitapta işte, harikulade bir günah tanımı var. Halit Hüseyni, kitabındaki ‘baba’ karakterine şu sözü söyletir:
‘Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah…
O da hırsızlıktır….
Onun dışındaki bütün günahlar hırsızlığın çeşitlemesidir... Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Kendisine ait olmayan bir şeyi -bu ister bir can olsun isterse bir dilim ekmek- alan insan âdidir!
Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur...’
***
Şimdi kötülüklerle, suçlarla ve günahlarla örülü dünyamızda kendi gerçek, kendi ‘kurgusal olmayan’ günahlarımıza göz atmaya cesaretimiz var mı?
İtiraf etmeyi bir deneyelim isterseniz, hani dünyayı değiştiremezsek de belki azıcık rahatlarız:
Hüseyni’nin tanımına -en önemli günahın türlü varyasyonlarıyla hırsızlık olduğuna- inanmakla beraber, ben ‘fırsatçılığın’ da bir büyük günah olduğunu düşünüyorum.
Düşünsenize, ‘kelepir’ diye bir sözcük var dilimizde.
Ne demek bu?
Biri dara düştüğünde, zor durumdan kurtulmak için elinde avcunda olanı yok pahasına satmaya kalkıştığında satılığa çıkardığı o eşya, o mal, o mülk de kelepir oluyor: İhtiyaçtan acil satılık!
Halbuki vicdanlı insanların kültüründe dara düşene, elinde avcunda olanı yitirmeden evvel ‘Dur hele!’ demek vardı. ‘Dur hele, acele etme, bir hâl çaresine bakarız. Elimizden gelen yetmezse sonra satarsın malını mülkünü…’
Bitti değil mi?
Ne yazık ki o günler çoktan bitti.
Kapital, banka, kredi, faiz, tefeci, kelepirci derken insanın kendini her halükârda güvende hissetmesini sağlayan o kültür de çoktan tarihe karıştı…
Fırsatçılık, bu büyük günah, düşenin malına çullanmak dışında; günümüz şirket ve rekabet düzeninde sendelemiş birine bir hançer de rakibinin, ‘yerinde gözü olanın’ saplaması olarak da çıkıyor karşımıza. İşletmelerde, kurumlarda, piyasada, politikada, bürokraside, hatta hiç olmaması gereken yerde, bilimde ve sanatta bile…
En küçük bir açık yakalandığında önceki iyiliklerin, başarıların, fedakârlıkların hepsi anında unutuluyor ve dedikodu, veryansın, satış, ihanet başlıyor. ‘Durun arkadaşlar, o burada değil; kendisi gelsin, eleştirinizi yüzüne karşı yapın’ diyen kaç kişi tanıyorsunuz?
Ne yazık ki artık hiç kimse, hiçbir konumda güvende değil.
Her şeyi ve herkesi çabucak gözden çıkarabiliyoruz, buna o kadar hazırız ki…
Herkes birbirini satmaya o kadar hazır ki...
Fırsat kolluyor herkes…
Tenzih edebileceğimiz birileri var mıdır diye düşünüyorum…
Vardır belki ama genel anlamda güvenilirliğimizi kaybettik.
Hikâyesinin ne olduğuna, ne kadar acıklı olduğuna, ‘ağlayanın malının gülene yâr olamayacağına’ aldırış etmeden kelepir bir şeyler arıyoruz; birini sırtından bıçaklamak için sürekli hançerimizi sivriltiyoruz…
Çocuklarımıza, ‘fırsatı bulduğu anda üzerine atlamasını’ öğütlüyoruz…
Yalan mı?
Peki fırsatını bulup üzerine çullandığımız şeyi elde tutmayı nasıl, ne kadar süreyle başaracağız? Biz onu acaba nasıl kaybedeceğiz?..
Bana göre bir başka ‘büyük günah’ da ‘susmak’.
Kötülüğü görüp susmak, yanlışı görüp susmak, haksızlığı görüp susmak, suçu görüp susmak, acıyı görüp susmak, katliamı görüp susmak, hırsızı görüp susmak, yalancıya susmak, kelepirciye susmak, tefeciye susmak…
Sustukça yüreklendiriyoruz kötüleri…
Sustukça hırsızları, tecavüzcüleri, cânileri, dolandırıcıları, şarlatanları şimdi yaptıklarından daha fazlasını da yapabileceklerine inandırıyoruz…
‘Bi’şey olmaz be!’ dedirtiyoruz onlara…
Ve susmak, itiraz etmemek, doğruyu dillendirmemek bizi bitiriyor.
Bizi de kötüler kadar şeytanlaştırıyor!
‘Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır’ diyen kimdi sahi?
Bazı kaynaklarda bu söz Hazreti Muhammet ile, bazı kaynaklarda Hazreti Ali ile ilişkilendiriliyor olsa da aslında bu sözü ilk olarak Arap mütefekkir Kuşeyrî (986-1072) Risale’sinin 62’nci sayfasında ‘Yeri geldiğinde konuşmak, en güzel bir haslet olduğu gibi, zamanında susmasını bilmek de erdemli insanların özelliğidir’ ifadesine yer verdikten sonra Ebu Ali ed-Dekkak’dan duyduğunu belirterek kullanır: Hakkı söylemeyen, haksızlık karşısında suskun kalan şeytandır.