
Erzincan baş köyünden Hasan Efendi, bir Alevi dedesidir...
Hacca gider. Orada insanlar şeytan taşlama zamanında duvarla çevrili alanda şeytanı taşlarken Erzincanlı Hasan Efendi eline bir taş alır ve kendi sinesine vurmaya başlar…
Bunu gören arkadaşları ve etrafında biriken farklı memleketlerden hacılar sorarlar:
-Hasan Efendi, niye kendini taşla dövüyorsun?
Hasan efendi:
-Oğul, senin buradaki şeytanla ne işin var? Sen kendi içindeki şeytanı taşla. Kendi nefsini terbiye et, özünü pakla…
der…
Esas marifet de bu değil mi?
Öncelikle ‘kendi içimizdeki şeytanı bulmak, kabullenmek ve onu taşlayabilmek’…
Aramak içinse onun varlığını kabullenmek gerekiyor tabii hiç komplekse kapılmadan.
Onu bulup ortaya çıkarmak için can yakan bir çabayı, bir çileyi göze almak gerekiyor ki halk arasında ‘özeleştiri’ de deniyor buna…
Ve Hünkâr Hacı Bektaş-i Veli (1209-1271) gibi:
“Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir”
diyebilmek…
Aslında marifet bu!
Ve fakat bu, elbette -bütün marifetler gibi- çok zordur; güç gelir, yorar, yaralar, incitir insanı. Egomuza ters düşer çünkü.
Sanki içimizde durup bizi her seferinde kışkırtan o şey, o şeytan misafirimiz veya işgalcimiz değil de bizmişiz gibi…
Belki de gerçekten biziz!
Cani, vahşi, katil, komplocu, tuzak kuran, dolandıran, riyakârlık eden, gaddar, merhametsiz, oportünist, Makyevelist, şövenist, dolandırıcı, hırsız, yalancı, sömürücü, çıkarcı, bencil…
İnsandan başka kim var ki bunların hepsini yapabilen?
Bizden başka kim?
Kediler mi?..
***
Çok sevdiğim ve kendisinden çok şeyler öğrendiğim çok genç bir arkadaşım önermişti; sözünü dinledim, biz süredir ‘Lucifer’ adlı televizyon dizisini izliyorum. Dizinin baş karakteri Şeytanın -ya da dizideki adıyla Lucifer Morningstar’ın- yeryüzünde, insanlar arasında -ve kendisi de bizzat insan kılığına girmiş halde- yaşadığı serüvenleri anlatan müthiş ironik bir dizi. Mizahla ve sembollerle yüklü…
İzleyenler bilir.
Dizi Amerika’da ilk yayınlandığında ülkedeki Katolikler isyan etmiş. ‘Hristiyanlık değerleri aşağılanıyor, kutsal kitapla -İncil’le- dalga geçiliyor’ diye…
Olaya din açısından bakılırsa Katolikler haklı olabilir; ama şahsen ben, diziye önce sinema ve edebiyat açısından bakıyorum. Mitoloji, mizah ve bir miktar da erotizm…
Sadece ‘seyirci’ olmadığımı düşünüyorum; dizinin hemen her bölümünde altı çizilen o çarpıcı gerçeği ben de onaylıyorum: ‘Şeytan, yeryüzüne gönderilmesinin hemen ardından insanların içine sızmıştır, dolayısıyla -tıpkı Erzincan baş köyünden Hasan Efendi’nin dediği gibi- onu arayacağımız yer maalesef kendi içimizdir! Dinimiz, mezhebimiz, ırkımız, sosyal statümüz, cinsiyetimiz ne olursa olsun; onun gizli sığınağı, insanın derunu ve yani bizzat bizim içimiz…’
Bu bakışa katılıyorsanız, ‘Merhaba! Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum…’
Ama bana katılmayabilirsiniz de… Çok doğal, buna saygı duyarım. O halde siz, benim aksime önce dışarıda ararsınız şeytanı.
Olsun, o sizin tercihinizdir. Ben yine Hasan Efendi gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi önce kendi sinemi döverim. Hep döverim…
Siz dışarıda bir günah keçisi ararsınız. Taşlamak için…
Bulursunuz da illaki. Ve onu öldürünceye dek taşlarsınız…
Sonra başkasını, sonra başkasını taşlarsınız…
Belki bir süreliğine rahatlarsınız.
Ama ya sonra?
Bir başkasını daha aramaya başlarsınız. Ölünceye dek ‘arasınız’.
Dışarıda…
Hep dışarıda…
Ben ölünceye kadar döverim sinemi, hep döverim.
Rahatlar mıyım? İşte o şimdi bilinmez.
Kısmet…
Belki sonra…
***
Bu arada böyle kibirle ‘ben’ dediğime bakmayın, içimdeki Şeytan dürtüyor herhalde. Onun tarzıdır bencillik. ‘Biz’ demem lazım aslında.
Çünkü ‘Şeytan’ın insanın içinde saklandığını, en küçük bir zayıflık emaresi hissettiği anda atağa geçtiğini’ düşünen çok sayıda insan var dünyada.
‘Biz’ öyle düşünürüz.
Felsefemiz bu.
Ve sinemiz, kendi kendimize vurmakla açtığımız yaralarla doludur.
Görsel: www.bedirhaber.com sitesinden alıntılanmıştır.
Hacca gider. Orada insanlar şeytan taşlama zamanında duvarla çevrili alanda şeytanı taşlarken Erzincanlı Hasan Efendi eline bir taş alır ve kendi sinesine vurmaya başlar…
Bunu gören arkadaşları ve etrafında biriken farklı memleketlerden hacılar sorarlar:
-Hasan Efendi, niye kendini taşla dövüyorsun?
Hasan efendi:
-Oğul, senin buradaki şeytanla ne işin var? Sen kendi içindeki şeytanı taşla. Kendi nefsini terbiye et, özünü pakla…
der…
Esas marifet de bu değil mi?
Öncelikle ‘kendi içimizdeki şeytanı bulmak, kabullenmek ve onu taşlayabilmek’…
Aramak içinse onun varlığını kabullenmek gerekiyor tabii hiç komplekse kapılmadan.
Onu bulup ortaya çıkarmak için can yakan bir çabayı, bir çileyi göze almak gerekiyor ki halk arasında ‘özeleştiri’ de deniyor buna…
Ve Hünkâr Hacı Bektaş-i Veli (1209-1271) gibi:
“Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir”
diyebilmek…
Aslında marifet bu!
Ve fakat bu, elbette -bütün marifetler gibi- çok zordur; güç gelir, yorar, yaralar, incitir insanı. Egomuza ters düşer çünkü.
Sanki içimizde durup bizi her seferinde kışkırtan o şey, o şeytan misafirimiz veya işgalcimiz değil de bizmişiz gibi…
Belki de gerçekten biziz!
Cani, vahşi, katil, komplocu, tuzak kuran, dolandıran, riyakârlık eden, gaddar, merhametsiz, oportünist, Makyevelist, şövenist, dolandırıcı, hırsız, yalancı, sömürücü, çıkarcı, bencil…
İnsandan başka kim var ki bunların hepsini yapabilen?
Bizden başka kim?
Kediler mi?..
***
Çok sevdiğim ve kendisinden çok şeyler öğrendiğim çok genç bir arkadaşım önermişti; sözünü dinledim, biz süredir ‘Lucifer’ adlı televizyon dizisini izliyorum. Dizinin baş karakteri Şeytanın -ya da dizideki adıyla Lucifer Morningstar’ın- yeryüzünde, insanlar arasında -ve kendisi de bizzat insan kılığına girmiş halde- yaşadığı serüvenleri anlatan müthiş ironik bir dizi. Mizahla ve sembollerle yüklü…
İzleyenler bilir.
Dizi Amerika’da ilk yayınlandığında ülkedeki Katolikler isyan etmiş. ‘Hristiyanlık değerleri aşağılanıyor, kutsal kitapla -İncil’le- dalga geçiliyor’ diye…
Olaya din açısından bakılırsa Katolikler haklı olabilir; ama şahsen ben, diziye önce sinema ve edebiyat açısından bakıyorum. Mitoloji, mizah ve bir miktar da erotizm…
Sadece ‘seyirci’ olmadığımı düşünüyorum; dizinin hemen her bölümünde altı çizilen o çarpıcı gerçeği ben de onaylıyorum: ‘Şeytan, yeryüzüne gönderilmesinin hemen ardından insanların içine sızmıştır, dolayısıyla -tıpkı Erzincan baş köyünden Hasan Efendi’nin dediği gibi- onu arayacağımız yer maalesef kendi içimizdir! Dinimiz, mezhebimiz, ırkımız, sosyal statümüz, cinsiyetimiz ne olursa olsun; onun gizli sığınağı, insanın derunu ve yani bizzat bizim içimiz…’
Bu bakışa katılıyorsanız, ‘Merhaba! Sizinle tanıştığıma çok memnun oldum…’
Ama bana katılmayabilirsiniz de… Çok doğal, buna saygı duyarım. O halde siz, benim aksime önce dışarıda ararsınız şeytanı.
Olsun, o sizin tercihinizdir. Ben yine Hasan Efendi gibi, Hacı Bektaş-ı Veli gibi önce kendi sinemi döverim. Hep döverim…
Siz dışarıda bir günah keçisi ararsınız. Taşlamak için…
Bulursunuz da illaki. Ve onu öldürünceye dek taşlarsınız…
Sonra başkasını, sonra başkasını taşlarsınız…
Belki bir süreliğine rahatlarsınız.
Ama ya sonra?
Bir başkasını daha aramaya başlarsınız. Ölünceye dek ‘arasınız’.
Dışarıda…
Hep dışarıda…
Ben ölünceye kadar döverim sinemi, hep döverim.
Rahatlar mıyım? İşte o şimdi bilinmez.
Kısmet…
Belki sonra…
***
Bu arada böyle kibirle ‘ben’ dediğime bakmayın, içimdeki Şeytan dürtüyor herhalde. Onun tarzıdır bencillik. ‘Biz’ demem lazım aslında.
Çünkü ‘Şeytan’ın insanın içinde saklandığını, en küçük bir zayıflık emaresi hissettiği anda atağa geçtiğini’ düşünen çok sayıda insan var dünyada.
‘Biz’ öyle düşünürüz.
Felsefemiz bu.
Ve sinemiz, kendi kendimize vurmakla açtığımız yaralarla doludur.
Görsel: www.bedirhaber.com sitesinden alıntılanmıştır.