
Müthiş bir aşk hikâyesidir bu…
Ama dillere destan olmuş her aşkta olduğu gibi bu da kırık bir hikâye…
Şiirlere sızmış, şarkılara dökülmüş, perde gerisindeki bazı ayrıntılarını bilmiyor olsak da sırf sahneye yansımış ezgileriyle kim bilir kaç aşığa ‘Hah, benim içimi yakan karasevda da işte böyle bir şey’ dedirtmiş bir hikâye…
Can Dündar’ın 2003’te önce belgesel olarak hazırladığı, 2006’da ise kitabını yazdığı ‘Yüzyılın Aşkları’ dizisinde çok çarpıcı bir anlatımla hikâyeden efsaneye dönüştürdüğü, kelimenin tam anlamıyla ‘anıtlaştırdığı’ bir aşk bu…
Belgeseldeki -ve sonrasında kitaptaki- 25 aşk içerisinde en etkileyicisi ve fakat en acıklı sonlananı belki de…
‘İşte öyle bir şey’…
***
Çiğdem Talu…
Ercüment Ekrem Talu’nun torunu ve Recaizâde Mahmut Ekrem’in torununun kızı... Edebiyatçı bir aileden geliyor yani. Filoloji eğitimi almış, bir özel okulda 17 yıl İngilizce öğretmenliği yapmış...
Mutsuz bir evlilikten sonra, şarkı sözü yazarlığına başlamış...
Sonra kader, karşısına 24 yaşında bir kimya mühendisini çıkarmış…
Melih Kibar...
Tanıştıkları yıl Çiğdem 36 yaşındaymış…
Sevgilerinin derinliği, en çok sevdikleri işte de onları birlikteliğe sürüklemiş. Çiğdem şarkı sözü yazıyor, Melih beste yapıyormuş. Sekiz yıl süren bu ortak çalışma, ortaya 270 şarkı çıkarmış.
Hem de öyle sıradan şarkılar değil, birbirinden etkileyici başyapıtlar:
Söyle Canım, Sevdan Olmasa, İçimdeki Fırtına, Bir de Bana Sor ve özellikle de ‘İşte Öyle Bir Şey’…
***
Melih Kibar, bu hikâyeyi dostlarına anlatırken ‘Biz öyle görür görmez âşık olmadık birbirimize; bu, usul usul, içten içe demlenen bir aşktı’ diyordu…
Çiğdem ve Melih önce bir ağızdan ‘İşte öyle bir şey’ derken ısınmışlardı birbirlerine; sonra da
‘Bende bu cehennem gibi yürek olmasa
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Ah, bu hayat çekilmez!’ diyerek hiç de sıradan olmayan bir şeyleri anlatmak istiyorlardı.
Nitekim birlikte gittikleri Sopot Festivali’nde artık her şey ayan beyandı; ama doğrusu Çiğdem korkuyordu. ‘Kocaman kadının gencecik sevgilisi var’ dedirtmek istemiyordu.
Bu yüzden yaşanan zoraki bir ayrılık…
Melih’in yüksek lisans yapmak için Londra’ya gidişi…
Ama aşk, aşktır işte…
Zaman neyi değiştirir ki?
Çiğdem sevdiği adamı görebilmek için fırsat buldukça Londra’ya uçtu. İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul’da tekrar buluştular ve 1977’yi Tarabya’da bir restoranda birlikte karşıladılar. İlhan İrem ve Erol Evgin’in ezgileri eşliğinde Melih, Çiğdem'e dedi ki ‘Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen… Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem?... Şarkılara can veren ilham meleğisin sen’…
O gece cennette bir gece gibiydi, çok çok güzeldi ama aradaki yaş farkı o andan sonra da hep duvar gibi durdu karşılarında.
Olmadı…
Dostça ayrıldılar, hiç birleşemeden…
Saray terbiyesiyle yetiştirilmiş Çiğdem, bu farkı bir türlü anlatamıyordu yüreğine, söz geçiremiyordu. Öyle ki birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürdüler hep…
Ve sonun başlangıcı…
80’li yılların henüz başıydı, ‘Göğüs kanserisin!’ dediler Çiğdem’e…
Ne yazık ki çok geç konulmuş bir teşhisti. Çiğdem bu kez Londra’ya tedavi için gidip gelmeye başladı. Neşeli görünmeye çalışıyordu; ama lanet bir hastalıktı bu. Bir türlü geri adım atmıyordu. Masraflar çok artmıştı. Dostları bir araya geldi, Çiğdem’e destek için. ‘Çiğdem Talu’ya Selam’ adıyla bir konser düzenlediler.
O gece bütün dostları şarkı söyledi.
Ölümü ötelemek ister gibiydiler.
Ama ne fayda! Kim becerebilmiş ki bunu?
28 Mayıs 1983’te gazeteler, sanki sözleşmişler gibi aynı manşeti attılar: ‘Şarkılar Öksüz Kaldı’…
Evet, şarkılar öksüz kalmıştı ve Çiğdem artık şarkılarıyla anılacaktı. Çiğdem’in ölümünden sonra Melih kapkaranlık bir sessizliğe büründü. Artık eskisi gibi beste yapamıyordu. Son olarak geçti piyanosunun başına ve selam gönderdi Çiğdem’ine, ‘Sessiz Veda’ şarkısıyla…
Sözleri olmayan, eşsiz bir başyapıttı bu şarkı…
Bizim ‘enstrümantal’ dediğimiz türden…
Ya, sonra?
Melih de kansere yakalandı ve 7 Nisan 2005’te Çiğdem’ine kavuşmak için kapadı gözlerini. Tıpkı Çiğdem gibi, aynı arkadaşları aynı camiden, Bebek’ten sonsuzluğa uğurladı Melih’i…
İşte, yaşanmış ama bitmemiş bir aşk hikayesi:
Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma
Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey
İşte öyle bir şey…
***
Bu aşkı ‘dışarıdan’ ve Can Dündar’ın sinema diliyle başardığı kadar iyi tarif eden biri daha oldu. O da Ekşi Sözlük yazarlarından Clementine The Tangerine’ydi.
CTT, Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkı için yıllar yıllar sonra ‘Dilimizde yazılmış en anlamlı sözlerin, yapılmış en harika bestelerin, dinlenebilecek en güzel şarkıların sebebidir bu aşk…’ diyecekti.
Biz de alıp bir köşeye not edecektik bu sözü.
Öyle oldu işte.
Ama dillere destan olmuş her aşkta olduğu gibi bu da kırık bir hikâye…
Şiirlere sızmış, şarkılara dökülmüş, perde gerisindeki bazı ayrıntılarını bilmiyor olsak da sırf sahneye yansımış ezgileriyle kim bilir kaç aşığa ‘Hah, benim içimi yakan karasevda da işte böyle bir şey’ dedirtmiş bir hikâye…
Can Dündar’ın 2003’te önce belgesel olarak hazırladığı, 2006’da ise kitabını yazdığı ‘Yüzyılın Aşkları’ dizisinde çok çarpıcı bir anlatımla hikâyeden efsaneye dönüştürdüğü, kelimenin tam anlamıyla ‘anıtlaştırdığı’ bir aşk bu…
Belgeseldeki -ve sonrasında kitaptaki- 25 aşk içerisinde en etkileyicisi ve fakat en acıklı sonlananı belki de…
‘İşte öyle bir şey’…
***
Çiğdem Talu…
Ercüment Ekrem Talu’nun torunu ve Recaizâde Mahmut Ekrem’in torununun kızı... Edebiyatçı bir aileden geliyor yani. Filoloji eğitimi almış, bir özel okulda 17 yıl İngilizce öğretmenliği yapmış...
Mutsuz bir evlilikten sonra, şarkı sözü yazarlığına başlamış...
Sonra kader, karşısına 24 yaşında bir kimya mühendisini çıkarmış…
Melih Kibar...
Tanıştıkları yıl Çiğdem 36 yaşındaymış…
Sevgilerinin derinliği, en çok sevdikleri işte de onları birlikteliğe sürüklemiş. Çiğdem şarkı sözü yazıyor, Melih beste yapıyormuş. Sekiz yıl süren bu ortak çalışma, ortaya 270 şarkı çıkarmış.
Hem de öyle sıradan şarkılar değil, birbirinden etkileyici başyapıtlar:
Söyle Canım, Sevdan Olmasa, İçimdeki Fırtına, Bir de Bana Sor ve özellikle de ‘İşte Öyle Bir Şey’…
***
Melih Kibar, bu hikâyeyi dostlarına anlatırken ‘Biz öyle görür görmez âşık olmadık birbirimize; bu, usul usul, içten içe demlenen bir aşktı’ diyordu…
Çiğdem ve Melih önce bir ağızdan ‘İşte öyle bir şey’ derken ısınmışlardı birbirlerine; sonra da
‘Bende bu cehennem gibi yürek olmasa
Bende deli rüzgâr gibi hasret olmasa
Bir de cana can katan o sevdan olmasa
Ah, bu hayat çekilmez!’ diyerek hiç de sıradan olmayan bir şeyleri anlatmak istiyorlardı.
Nitekim birlikte gittikleri Sopot Festivali’nde artık her şey ayan beyandı; ama doğrusu Çiğdem korkuyordu. ‘Kocaman kadının gencecik sevgilisi var’ dedirtmek istemiyordu.
Bu yüzden yaşanan zoraki bir ayrılık…
Melih’in yüksek lisans yapmak için Londra’ya gidişi…
Ama aşk, aşktır işte…
Zaman neyi değiştirir ki?
Çiğdem sevdiği adamı görebilmek için fırsat buldukça Londra’ya uçtu. İki sevgili, 1976 sonunda İstanbul’da tekrar buluştular ve 1977’yi Tarabya’da bir restoranda birlikte karşıladılar. İlhan İrem ve Erol Evgin’in ezgileri eşliğinde Melih, Çiğdem'e dedi ki ‘Çiğdem, Çiğdem, çiçeklerin en güzelisin sen… Bilmem ki bundan başka sana neler söylesem?... Şarkılara can veren ilham meleğisin sen’…
O gece cennette bir gece gibiydi, çok çok güzeldi ama aradaki yaş farkı o andan sonra da hep duvar gibi durdu karşılarında.
Olmadı…
Dostça ayrıldılar, hiç birleşemeden…
Saray terbiyesiyle yetiştirilmiş Çiğdem, bu farkı bir türlü anlatamıyordu yüreğine, söz geçiremiyordu. Öyle ki birlikte çalışmayı, birlikte üretmeyi sürdürdüler hep…
Ve sonun başlangıcı…
80’li yılların henüz başıydı, ‘Göğüs kanserisin!’ dediler Çiğdem’e…
Ne yazık ki çok geç konulmuş bir teşhisti. Çiğdem bu kez Londra’ya tedavi için gidip gelmeye başladı. Neşeli görünmeye çalışıyordu; ama lanet bir hastalıktı bu. Bir türlü geri adım atmıyordu. Masraflar çok artmıştı. Dostları bir araya geldi, Çiğdem’e destek için. ‘Çiğdem Talu’ya Selam’ adıyla bir konser düzenlediler.
O gece bütün dostları şarkı söyledi.
Ölümü ötelemek ister gibiydiler.
Ama ne fayda! Kim becerebilmiş ki bunu?
28 Mayıs 1983’te gazeteler, sanki sözleşmişler gibi aynı manşeti attılar: ‘Şarkılar Öksüz Kaldı’…
Evet, şarkılar öksüz kalmıştı ve Çiğdem artık şarkılarıyla anılacaktı. Çiğdem’in ölümünden sonra Melih kapkaranlık bir sessizliğe büründü. Artık eskisi gibi beste yapamıyordu. Son olarak geçti piyanosunun başına ve selam gönderdi Çiğdem’ine, ‘Sessiz Veda’ şarkısıyla…
Sözleri olmayan, eşsiz bir başyapıttı bu şarkı…
Bizim ‘enstrümantal’ dediğimiz türden…
Ya, sonra?
Melih de kansere yakalandı ve 7 Nisan 2005’te Çiğdem’ine kavuşmak için kapadı gözlerini. Tıpkı Çiğdem gibi, aynı arkadaşları aynı camiden, Bebek’ten sonsuzluğa uğurladı Melih’i…
İşte, yaşanmış ama bitmemiş bir aşk hikayesi:
Seni düşündüm dün akşam yine
Sonsuz bir umut doldu içime
Bir de kendimi düşündüm sonra
Bir garip duygu çöktü omzuma
Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey
İşte öyle bir şey…
***
Bu aşkı ‘dışarıdan’ ve Can Dündar’ın sinema diliyle başardığı kadar iyi tarif eden biri daha oldu. O da Ekşi Sözlük yazarlarından Clementine The Tangerine’ydi.
CTT, Çiğdem Talu-Melih Kibar aşkı için yıllar yıllar sonra ‘Dilimizde yazılmış en anlamlı sözlerin, yapılmış en harika bestelerin, dinlenebilecek en güzel şarkıların sebebidir bu aşk…’ diyecekti.
Biz de alıp bir köşeye not edecektik bu sözü.
Öyle oldu işte.