
Adam arabasından inmiş trafikte sıkışan, o nedenle de bize altı üstü iki dakika zaman kaybettiren kadın sürücüye bas bas bağırıyor: ‘Kadınsan kadınlığını bil, git evinde otur, çocuk doğur!’
Sonra küfrediyor…
Yine küfrediyor…
Ağza alınmayacak galiz küfürler…
Bunun üzerine etraftan temkinli itirazlar, ‘Yapma kardeşim’ gibisinden ve ‘Durun adamı daha da kışkırtmayalım’ nevinden silik arabulucuk girişimleri…
Aslında uzun zaman önce oluyor bu olay…
Mersin’de…
Üniversite Hastanesi kavşağında…
Adam itirazımızdan etkilendiğinden ya da bizden korktuğundan değil de belli ki bir acelesi olduğundan küfürler savura savura, lastiklerini öttüre öttüre çekip gidince fark ediyorum, kadının kullandığı arabanın ön camında Tıp Fakültesi’nin akademisyen arması var. Muhtemelen doktor, belki de doktorlar yetiştiren bir öğretim görevlisi. Höyküren, küfreden adama karşı sergilediği tutumdan kültür düzeyi zaten belli.
Çok medeni bir insan.
Ama ya bu düzeyde bir kültüre erişmemiş olsa…
O an korksa, canına kast eden adamdan ürkse, ne bileyim travma yaşasa; o günden sonra gidip evinde otursa, artık tek meşgalesi çocuk doğurmak olsa…
Evinde oturup kendini çocuklarına adayan kadınlara -ki mesela annem öyledir, kendini çocuklarına adamış bir ev kadınıdır- saygısızlık etmeyelim ama diyelim ki bütün kadınlar sırf doğurma yeteneğine sahip oldukları için 34. Cadde magandasının talimatına uysalar ve evlere kapansalar, okumasalar, eğitim görmeseler; akademik ve siyasal yaşamda hiçbir kadın yer almasa; kızlarımız, kız kardeşlerimiz, annelerimiz, eşlerimiz, sevgililerimiz sırf cinsiyetlerinden ötürü öğretmen, doktor, hemşire, polis, mühendis, tüccar, sanatçı, bilim insanı olmasalar…
Yok yok, dahasını düşünmeyi de betimlemeyi de istemiyorum.
Kesiyorum burada.
Ama yine tam da burada bir şiir anımsıyorum, harikulade bir şiir:
‘Ben kadınım,
Şiirlerden çok
Küfürlerde
Geçti adım…’
Didem Madak’ın bu şiirle başardığı şeye teknik olarak ‘sehl-i mümteni’ deniyor. Bir söz sanatı.
Hayran edici, baş döndürücü yalınlık…
İşin teknik ve estetik tarafını boşverin, bu kısacık şiirin özündeki çarpıcı sosyal saptama her gün, her kırmızı ışıkta ya da her kavşakta başımıza gelmesi mümkün olan bir olay.
Sokakta, restoranda, trende, vapurda, otobüste, durakta, parkta, meydanda; kadınların içinden geçtiği her yerde ‘sanki doğalmış gibi cereyan eden, kanıksanan şeyin’ tespiti:
‘Şiirlerden çok küfürlerde geçiyor kadının adı’.
Annemizin ya da sevgilimizin adı.
Bunu değiştiremiyoruz bir türlü…
Madem ki değiştiremiyoruz, o halde buna olağandan daha yüksek sesli bir yankı gerek.
Nitekim bir başka şair, Ahmet Erhan, bir başka şiirde ve bir başka sehl-i mümteni örneğinde diyor ki:
‘Ölümseyerek bakıyor dünya
Biz gülümseyelim…’
Fakat nasıl becereceğiz bunu?
Özdemir Asaf’a göre ölümseyen dünyaya gülümsemenin yolu bir yandan her şeye rağmen ayakta durmayı başarabilirken bir yandan da soluksuz sevebilmekten geçiyor:
‘Bazen dayanmaktır sevmek, hayat nereden vurursa vursun
Ayakta durabilmek…
Bazen yaşamaktır sevmek, soluksuz ciğer gibi,
Sevgisiz kalbin duracağını bilmek…
Bazen ağırdır sevmek, sevdiğine layık olabilmek…
Ve bazen hayattır sevmek;
Birini çok uzaktayken bile…’
Ve sonuçta sürüklene sürüklene Ataol Behramoğlu’nun tarif ettiği köşe başına geliyoruz. İşte o köşe, o bin yol ağzı, ‘Kadınsan kadınlığını bil’ diye bağıran erkekle ‘Kadınlar insandır, biz insanoğlu’ diyen bilge halk ozanının birbirleriyle karşılaştığı yerdir:
‘İnsanlar da ülkelere benziyor
Sınırları var, yüzölçümleri, yasaları var
Bayrakları, ilkeleri
Kimi dağlık bir arazidir, kimi kıraç, kimi bereketli
Kimi dardır, kimi engin göz alabildiğince
Kiminin sınırlarından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir
Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri
Sonuçta ne küçümse insanları kızım
Ne de önemse gereğinden çok
Ama anlamaya çalış
Nedir ve ne kadar genişleyebilir
Yüzölçümleri…’
★★
Şimdi…
Bu yazıyı yazılmasından günler, haftalar, belki de yıllar sonra ve yazıldığı yerin, yazıldığı iklimin, sosyal koşulların çok uzağında okuyacak sevgili kardeşim:
Seninle hiç tanışmamış olsak da sırf bunlara değindim ve sırf bu kimi şucu, kimi bucu isimleri bir arada andım diye beni sevmemiş, bu yazıdan ve içine serpilmiş yaşam görüşünden, sözcüklerden süzülen zihniyetten haz etmemiş olabilirsin.
Olsun!
Öyle olsa bile ben seni seviyorum.
Yılmaz Erdoğan’ın kulakları çınlasın:
Ben, senin bir şeyi tutkuyla sevebilme ihtimalini bu kadar uzaktan bile görebildiğim için seni seviyorum.
Ben, senin bir kadının hayatını olumlu yönde değiştirebilme ihtimalini seviyorum.
Annenin, karının, kızının ya da sevgilinin.
Önce onlardan birinin, sonra belki çevrendeki diğer kadınların…
Yoksa ahmaklık düzeyinde saf olduğumdan veya Yunus’la, Mevlana’yla aşık atma cüreti gösterdiğimden değil seni böyle karşılıksız ve her şeye rağmen seviyor olmam.
Kardeşim benim…
Sonra küfrediyor…
Yine küfrediyor…
Ağza alınmayacak galiz küfürler…
Bunun üzerine etraftan temkinli itirazlar, ‘Yapma kardeşim’ gibisinden ve ‘Durun adamı daha da kışkırtmayalım’ nevinden silik arabulucuk girişimleri…
Aslında uzun zaman önce oluyor bu olay…
Mersin’de…
- Cadde’de…
Üniversite Hastanesi kavşağında…
Adam itirazımızdan etkilendiğinden ya da bizden korktuğundan değil de belli ki bir acelesi olduğundan küfürler savura savura, lastiklerini öttüre öttüre çekip gidince fark ediyorum, kadının kullandığı arabanın ön camında Tıp Fakültesi’nin akademisyen arması var. Muhtemelen doktor, belki de doktorlar yetiştiren bir öğretim görevlisi. Höyküren, küfreden adama karşı sergilediği tutumdan kültür düzeyi zaten belli.
Çok medeni bir insan.
Ama ya bu düzeyde bir kültüre erişmemiş olsa…
O an korksa, canına kast eden adamdan ürkse, ne bileyim travma yaşasa; o günden sonra gidip evinde otursa, artık tek meşgalesi çocuk doğurmak olsa…
Evinde oturup kendini çocuklarına adayan kadınlara -ki mesela annem öyledir, kendini çocuklarına adamış bir ev kadınıdır- saygısızlık etmeyelim ama diyelim ki bütün kadınlar sırf doğurma yeteneğine sahip oldukları için 34. Cadde magandasının talimatına uysalar ve evlere kapansalar, okumasalar, eğitim görmeseler; akademik ve siyasal yaşamda hiçbir kadın yer almasa; kızlarımız, kız kardeşlerimiz, annelerimiz, eşlerimiz, sevgililerimiz sırf cinsiyetlerinden ötürü öğretmen, doktor, hemşire, polis, mühendis, tüccar, sanatçı, bilim insanı olmasalar…
Yok yok, dahasını düşünmeyi de betimlemeyi de istemiyorum.
Kesiyorum burada.
Ama yine tam da burada bir şiir anımsıyorum, harikulade bir şiir:
‘Ben kadınım,
Şiirlerden çok
Küfürlerde
Geçti adım…’
Didem Madak’ın bu şiirle başardığı şeye teknik olarak ‘sehl-i mümteni’ deniyor. Bir söz sanatı.
Hayran edici, baş döndürücü yalınlık…
İşin teknik ve estetik tarafını boşverin, bu kısacık şiirin özündeki çarpıcı sosyal saptama her gün, her kırmızı ışıkta ya da her kavşakta başımıza gelmesi mümkün olan bir olay.
Sokakta, restoranda, trende, vapurda, otobüste, durakta, parkta, meydanda; kadınların içinden geçtiği her yerde ‘sanki doğalmış gibi cereyan eden, kanıksanan şeyin’ tespiti:
‘Şiirlerden çok küfürlerde geçiyor kadının adı’.
Annemizin ya da sevgilimizin adı.
Bunu değiştiremiyoruz bir türlü…
Madem ki değiştiremiyoruz, o halde buna olağandan daha yüksek sesli bir yankı gerek.
Nitekim bir başka şair, Ahmet Erhan, bir başka şiirde ve bir başka sehl-i mümteni örneğinde diyor ki:
‘Ölümseyerek bakıyor dünya
Biz gülümseyelim…’
Fakat nasıl becereceğiz bunu?
Özdemir Asaf’a göre ölümseyen dünyaya gülümsemenin yolu bir yandan her şeye rağmen ayakta durmayı başarabilirken bir yandan da soluksuz sevebilmekten geçiyor:
‘Bazen dayanmaktır sevmek, hayat nereden vurursa vursun
Ayakta durabilmek…
Bazen yaşamaktır sevmek, soluksuz ciğer gibi,
Sevgisiz kalbin duracağını bilmek…
Bazen ağırdır sevmek, sevdiğine layık olabilmek…
Ve bazen hayattır sevmek;
Birini çok uzaktayken bile…’
Ve sonuçta sürüklene sürüklene Ataol Behramoğlu’nun tarif ettiği köşe başına geliyoruz. İşte o köşe, o bin yol ağzı, ‘Kadınsan kadınlığını bil’ diye bağıran erkekle ‘Kadınlar insandır, biz insanoğlu’ diyen bilge halk ozanının birbirleriyle karşılaştığı yerdir:
‘İnsanlar da ülkelere benziyor
Sınırları var, yüzölçümleri, yasaları var
Bayrakları, ilkeleri
Kimi dağlık bir arazidir, kimi kıraç, kimi bereketli
Kimi dardır, kimi engin göz alabildiğince
Kiminin sınırlarından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir
Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri
Sonuçta ne küçümse insanları kızım
Ne de önemse gereğinden çok
Ama anlamaya çalış
Nedir ve ne kadar genişleyebilir
Yüzölçümleri…’
★★
Şimdi…
Bu yazıyı yazılmasından günler, haftalar, belki de yıllar sonra ve yazıldığı yerin, yazıldığı iklimin, sosyal koşulların çok uzağında okuyacak sevgili kardeşim:
Seninle hiç tanışmamış olsak da sırf bunlara değindim ve sırf bu kimi şucu, kimi bucu isimleri bir arada andım diye beni sevmemiş, bu yazıdan ve içine serpilmiş yaşam görüşünden, sözcüklerden süzülen zihniyetten haz etmemiş olabilirsin.
Olsun!
Öyle olsa bile ben seni seviyorum.
Yılmaz Erdoğan’ın kulakları çınlasın:
Ben, senin bir şeyi tutkuyla sevebilme ihtimalini bu kadar uzaktan bile görebildiğim için seni seviyorum.
Ben, senin bir kadının hayatını olumlu yönde değiştirebilme ihtimalini seviyorum.
Annenin, karının, kızının ya da sevgilinin.
Önce onlardan birinin, sonra belki çevrendeki diğer kadınların…
Yoksa ahmaklık düzeyinde saf olduğumdan veya Yunus’la, Mevlana’yla aşık atma cüreti gösterdiğimden değil seni böyle karşılıksız ve her şeye rağmen seviyor olmam.
Kardeşim benim…