
Bir toplumun kalkınmasında kadına verilen değerin ve onun saygın bir karakter olarak görülmesinin çok önemli bir yeri vardır. Kadının şahsiyetinin ve saygınlığının korunması, ona gerekli değerin verilmesi noktasında hem kadınlara hem de erkeklere çok büyük sorumluluklar düşmektedir.
Kadınların en büyük sorunu onlar için önceden biçilmiş geleneksel rollerinin varlığıdır. Toplumun zihinsel kodlarına yerleşmiş olan namahrem algısı, kadının sosyal hayatta en büyük engeli konumundadır.
Namahrem kelimesinin kendisine nikâh haram olmayan anlamı vardır. Bir bayanın, babası, kardeşi, dayısı, amcası ile nikâhlanması haramdır (nikah uygun değildir). Bu sebeple onların yanında bulunabilir. Fakat namahremden (nikâhın haram olmadığı kişilerden) kaçınması, onlara gözükmemesi gerekir. Bu algı kadının toplumsal rolünü aşırı derecede sınırlandırmış ve onu evin içine hapsetmiştir.
İslamiyet’ten önce Arap toplumunda kadın ailenin ana unsuru konumunda değildi. Cahiliye döneminde kadın, erkeğin belirli ihtiyaçlarını gidermek için yaratılmış bir cinsi latif olarak algılanmaktaydı. İslamiyet ile birlikte kadına değer verilmesine rağmen cahiliye döneminin eski alışkanlıklarından hemen kurtulmak da mümkün olmamıştır. Türklerde yuvayı dişi kuş yapar, mantığı Arap toplumunun kültürel kodlarında yer edinmemişti.
Türklerin geleneğinde evlenmek, ev edinmek, evin içinde ortak bir yaşam alanı kurmak ve evin bir parçası olmak anlamını taşımaktadır. Eski Türk kültüründe kadın eştir. Eş ise bir nesnenin diğer yarısı anlamını taşımaktadır. Evlenmek ve eş olmak iki ruhun tek ruh olması, birbirleri ile çelişmemeleri amacını gütmektedir ki evlenen kişilerin yemek, müzik, kültür tarzları zamanla özdeşleşmektedir. O zaman kadın ailenin en önemli asli unsuru haline gelmektedir.
Fakat Arap toplumunda kadının evlenme- evin bir parçası olma algısı yoktu. Kadına bir nesne gözü ile bakılmaktaydı. İlahiyatçı Prof. Dr. Yusuf Yörükan bu konuda şöyle söylemektedir: “Türklerde nikah, aile bağıdır. Araplarda nikah muayyen ihtiyaçları meşru kılmak vesilesidir. Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin alıp boşadıkları kadınların listesine bakınız. Buradan anlarsınız ki, kadın aileye bir uzuv olarak girmiyor, birtakım hizmetleri ifa için geliyor. Kadın bunu bilmektedir, çünkü bu kültürde yetişmiştir. Bu nedenle ne diğer kadınları ne kıskanır ne de boşandığı zaman başka bir erkeğe varmaktan eza duyar. Bundan dolayı bir Arap erkeği kadını çocuğu emzirmeye mecbur edemez, ev işlerini gördüremez.” demektedir.
Türklerde yerleşmiş süt annesi kültürü yoktur, Türk annesine verilecek en büyük ceza onu çocuğunu emzirmekten men etmek olur. İddiasını ispat için yazısının devamında Yörükan: “Atike isminde bir kadın Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah’ın zevcesidir. Abdullah zevcesine tutkun olduğu için Hz. Ebubekir oğluna bu kadını boşattırıyor, daha sonra bunlar tekrar evleniyorlar. Abdullah şehit oluyor, kadını Hz. Ömer alıyor, sonra Zübeyr ibn-i Avvam alıyor. Sonra Ali istiyor, fakat kadın kendisinin uğursuz olduğunu ve Hz. Ali’ye varırsa şehit olmasından korktuğunu bahane ederek varmıyor. Sonra Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin bu kadını alıyor. ” Bütün bunlar Arap toplumunda kadının bir meta olarak görüldüğünü, boşanıp başka birisi ile evlenmenin çok kolay gerçekleştiğini göstermektedir.
Bir toplumun ilerlemesinin ana unsuru, kadına hakkı olan değeri vermekten geçmektedir. Bu konuda hem kadının hem de erkeğin bilinçlenmesi gerekmektedir. Erkeğin eğitimsiz ve hoşgörüsüz olduğu bir ortamda kadınların kendilerini gerçekleştirme şansları daha azdır. Çok zor şartlar altında erkeğin yapamadığı başarıları elde eden kadınların tanıtılması, onların model olarak sunulması topluma örnek oluşturması için çok önemlidir.
Not: Yusuf Ziya Türkkan’ın “Müslümanlıkta Dini Tefrika” adlı kitabı önemli bir kaynaktır.