
Özgürlüğün pahası olmaz dedi ya Asya Yiğitleri… Ay gölge durdukça, Güneş ışık tuttukça tarih bizi saysın… Öldüğümüz yer fark etmez.. Bu Yemenden yukarı bir yerler olur, bu Göktürk yolu olur, bu Hazar, bu Bosna, bu Türkistan.. Fark etmez… Iskalayan her mermiyi alıp sinemize de basarız hani!.. Kinimizin ışıklarıdır şafaklar… Ay uykusuz kalır, güneş terler… Mermilerimiz tohumdur, mermilerimiz kaleme benzer, anlımız fermana… Her çığlık bizi çağırır, her beklenen biziz, her geceden doğan şafaklar gibi… İşte yavaş yavaş uzanıyor namluya çağ doğramış eller… Dünü sakladık, bugün ant içiyoruz, yarın oradayız…
Bin üç yüz can düştü adımızın pahası diye Karabağ’da özgürlüklerine…
Özgür dağlara süngü batırıp, noel kandillerine doldurdular kırmızı kırmızı…
Kanayan her dağ, her biri çocuk, her biri ana, her biri kız, yaşlı demeden, kızıl mermileri ıskaladıkça emperyalizmin, aldı yüreklerine koydular… Her biri muska gibi astı boynuna, her biri çiçeklerde kızarmak için kanadılar nihayet. Üşümesin diye abandılar toprağa, üşümesin diye yorganı gibi Karabağ’ın…
Bizim vatanlarımız hep körpeydi ya, kimi bin yıllık, kimi bin üç yüz yıllık, kimi bin asırlık.. Yaşlanmayan vatanlar hep bizimdi ya!.. Dağı, ırmağı, bozkırı hep gülümserdi ya, hep yakışırdı ya yiğitlerine bu gelin gibi vatanlar, gölleri gamzelerine benzerdi ya kara gözlü kızların. Dağları bahadır olacakların yürekleriydi ya, ondandı kızıl kızıl kanamaları…
Ondandı kara gecelerde kara hırsızların ay yıldız boyamaları!.
Ondan vurdular bizi Özüm…
Hesap çok eskiydi, hesap deli hesaptı, pus taşımışlardı nefesleriyle duman duman. Düşman bildikti, düşman namlu olmak için demir dileniyordu, düşman güneşli diyar arıyordu, düşman özür dilemeliydi tarihinden, düşman konucuydu, bilindik ti işte..
Aynaları kırarlarsa yamyamlar yüzlerini göremeyeceklerdi işte!..
Aynaları süngülediler!.. İşte Kerkicahan, İşte Hocalı.. Yüzlerini saklayanların kırdığı son aynalar. Cehennem yapmak için otlarını yedikleri diyar. İnsana benzemek için can çalan, kan içip, kaan narası atmaya çalışan cüceler abandıkça, tepegöz babaları kahkahalara boğuldu. Ay küstü, gök küstü, ayda ne gökte neydi, kalleş olabilenlere çok yakışıyor diye eteklik giydirdiler askerlerine, insanlar güneşe çok yakışıyor diye yarasa oldular!..
Ne çığlıklar düğümlenir bu saatlerde içime, ne bahadır olacak bebeklerin naraları.. Buna ağlama denmez gülüm, bu özgürlüğün türküsüdür… Murat murat Asya mehtabı kırmızılarında yıkanacaktı bu beyaz yazmalar. Yıkandı… Bulanık sulara düşmeyecekti al yazmalar… Beşiklerde yatan kıvılcımlar yıldızlara benzedikçe, sigara yakacaktı sinemizde özgürlük hırsızları. Yaktılar.. Ancak kısa süngüler yüreğimize ulaşmadı, ulaşmayacak!..
Yüzyıllar oldu, Sultan Alpaslan’ın diyarına baktıkça kin içti kurşun üflediler. Fark etmezdi, ha sarkisyan, ha general baryatinski.. Köpekler aynı sesleri çıkarırdı.. ‘Yemine vuz’ tebessüme uyuz hastasıydı bunlar… Biz öldükçe hatır olmuşuz, onlar öldükçe emperyalizmin natırı.. Farkımız bu!.. Kirlendikçe vadilerimizi tekne sanmaları bundandı.
Ağlama yazması allı yeşilli olan gelin, yas tutmasın bulutları Karabağ’ın, Hocalı’da yere düşen sadece birkaç damla burun kanı Asyalılığımızın.. Helal olsun.. Helal olsun senin yokuşlarına.. Yokuşlarında ah oldu da, eyvahı olmadı Tarihimizin!. Ağlama!.. Geç kalmışlığımız yokuşlarımızın dikliğindedir elbet. Sarıkamış’ta dağ dağ, Çanakkale’de deniz deniz olan yine biz değil miydik?.. Kanımızın yekununu bayrağımıza sürmemizden değil midir soluk tenlerimiz. Biz değil miydik Asya kurulurken güneşe kırmızılığını veren, biz değil miydik yüreği kadar haritası olan güneş!.. Biz değil miyiz göz kapakları emperyalizmin zindan demirleri olan devler.. Yumruklarını sıktıkça; bu Süphan, bu Ağrı, bu Kaçkar, bu Palandöken olan, nihayet Karadağ olan nesil!..
Bilmez misin!.. Zindan arayan gözlerimize bakar, bilmez misin bela arayan ‘Bağ’ımıza!.. Ömrü bahardan, ölümü kıştan almışsın, ödünçtür hasretin, tasan, ayrılığın..
Yürek Asyanın, tüfek çığlığın, Yar Asya oldukça kanayacaksın.. El ele tutarak dikenli teller olmamamızdandır ‘ayı’ istilasına uğramamız… Hala şeytanların kanatlarını boyayadursun Emperyalistler…
Alpaslan ölen çocukların arasında değildi!..
Bin üç yüz can düştü adımızın pahası diye Karabağ’da özgürlüklerine…
Özgür dağlara süngü batırıp, noel kandillerine doldurdular kırmızı kırmızı…
Kanayan her dağ, her biri çocuk, her biri ana, her biri kız, yaşlı demeden, kızıl mermileri ıskaladıkça emperyalizmin, aldı yüreklerine koydular… Her biri muska gibi astı boynuna, her biri çiçeklerde kızarmak için kanadılar nihayet. Üşümesin diye abandılar toprağa, üşümesin diye yorganı gibi Karabağ’ın…
Bizim vatanlarımız hep körpeydi ya, kimi bin yıllık, kimi bin üç yüz yıllık, kimi bin asırlık.. Yaşlanmayan vatanlar hep bizimdi ya!.. Dağı, ırmağı, bozkırı hep gülümserdi ya, hep yakışırdı ya yiğitlerine bu gelin gibi vatanlar, gölleri gamzelerine benzerdi ya kara gözlü kızların. Dağları bahadır olacakların yürekleriydi ya, ondandı kızıl kızıl kanamaları…
Ondandı kara gecelerde kara hırsızların ay yıldız boyamaları!.
Ondan vurdular bizi Özüm…
Hesap çok eskiydi, hesap deli hesaptı, pus taşımışlardı nefesleriyle duman duman. Düşman bildikti, düşman namlu olmak için demir dileniyordu, düşman güneşli diyar arıyordu, düşman özür dilemeliydi tarihinden, düşman konucuydu, bilindik ti işte..
Aynaları kırarlarsa yamyamlar yüzlerini göremeyeceklerdi işte!..
Aynaları süngülediler!.. İşte Kerkicahan, İşte Hocalı.. Yüzlerini saklayanların kırdığı son aynalar. Cehennem yapmak için otlarını yedikleri diyar. İnsana benzemek için can çalan, kan içip, kaan narası atmaya çalışan cüceler abandıkça, tepegöz babaları kahkahalara boğuldu. Ay küstü, gök küstü, ayda ne gökte neydi, kalleş olabilenlere çok yakışıyor diye eteklik giydirdiler askerlerine, insanlar güneşe çok yakışıyor diye yarasa oldular!..
Ne çığlıklar düğümlenir bu saatlerde içime, ne bahadır olacak bebeklerin naraları.. Buna ağlama denmez gülüm, bu özgürlüğün türküsüdür… Murat murat Asya mehtabı kırmızılarında yıkanacaktı bu beyaz yazmalar. Yıkandı… Bulanık sulara düşmeyecekti al yazmalar… Beşiklerde yatan kıvılcımlar yıldızlara benzedikçe, sigara yakacaktı sinemizde özgürlük hırsızları. Yaktılar.. Ancak kısa süngüler yüreğimize ulaşmadı, ulaşmayacak!..
Yüzyıllar oldu, Sultan Alpaslan’ın diyarına baktıkça kin içti kurşun üflediler. Fark etmezdi, ha sarkisyan, ha general baryatinski.. Köpekler aynı sesleri çıkarırdı.. ‘Yemine vuz’ tebessüme uyuz hastasıydı bunlar… Biz öldükçe hatır olmuşuz, onlar öldükçe emperyalizmin natırı.. Farkımız bu!.. Kirlendikçe vadilerimizi tekne sanmaları bundandı.
Ağlama yazması allı yeşilli olan gelin, yas tutmasın bulutları Karabağ’ın, Hocalı’da yere düşen sadece birkaç damla burun kanı Asyalılığımızın.. Helal olsun.. Helal olsun senin yokuşlarına.. Yokuşlarında ah oldu da, eyvahı olmadı Tarihimizin!. Ağlama!.. Geç kalmışlığımız yokuşlarımızın dikliğindedir elbet. Sarıkamış’ta dağ dağ, Çanakkale’de deniz deniz olan yine biz değil miydik?.. Kanımızın yekununu bayrağımıza sürmemizden değil midir soluk tenlerimiz. Biz değil miydik Asya kurulurken güneşe kırmızılığını veren, biz değil miydik yüreği kadar haritası olan güneş!.. Biz değil miyiz göz kapakları emperyalizmin zindan demirleri olan devler.. Yumruklarını sıktıkça; bu Süphan, bu Ağrı, bu Kaçkar, bu Palandöken olan, nihayet Karadağ olan nesil!..
Bilmez misin!.. Zindan arayan gözlerimize bakar, bilmez misin bela arayan ‘Bağ’ımıza!.. Ömrü bahardan, ölümü kıştan almışsın, ödünçtür hasretin, tasan, ayrılığın..
Yürek Asyanın, tüfek çığlığın, Yar Asya oldukça kanayacaksın.. El ele tutarak dikenli teller olmamamızdandır ‘ayı’ istilasına uğramamız… Hala şeytanların kanatlarını boyayadursun Emperyalistler…
Alpaslan ölen çocukların arasında değildi!..