
Ben, bir Türk olarak iyi olan her şeyi Türklere yakıştırırım.
Bu, Türklerin sadece kendilerine yakışan şeyler yaptığı anlamına gelmeyeceği gibi iyi şeylerin başka milletlerden insanlara yakışmadığı anlamına da gelmez elbette…
Bununla birlikte, ilk cümlemde dediğim gibi ‘iyi olan her şeyi Türklere yakıştırırım’.
Mesela en iyisinden giyim-kuşam, en gelişmiş otomobiller, yollar, havaalanları, hızlı trenler, devasa köprüler, iyi planlanmış kentler, en iyi hastaneler, muhteşem parklar, en görkemli tiyatro binaları, uygarlık açısından değer taşıyan buluşlar, keşifler…
Bize çok yakışır…
Normal koşullarda -hakikisinin- kullanımını hiç onaylamasam da ‘kürk’ de elbette bize, bizim kadınımıza en az bir Fransız’a yakıştığı kadar yakışır.
Ama hayatımda gördüğüm en dramatik fotoğraflardan birine bakınca anladım ki ‘lüksü ve zenginliği’ çağrıştıran kürkü, insanlar -tabii ki çoğunlukla kadınlar- şimdiye kadar sadece zengin oldukları için tercih etmemişler.
★★
Bahsettiğim fotoğraf, LIFE dergisinin foto muhabiri Jack Birns tarafından 1950 yılında Edirne tren garında çekilmiş.
Fotoğrafın beni çok etkileyen ayrıntısına ve yani fotoğraftaki kadınların hepsinin üzerinde kürk olmasının asıl nedenine gelince:
O yıllarda (1949-1950) Bulgaristan'dan Türkiye’ye göçe zorlanan Türklerin yanlarına ‘sadece giysilerini’ almalarına izin verilmişti. Valizler, çantalar, ziynet eşyaları gümrük kapısının Bulgar tarafında bırakılmak zorundaydı. Ömürlerinde hiçbir zaman kürk giyme şansı veya imkânı bulamayacak denli yoksul olan insanlar da ellerinde avuçlarında ne varsa satıp o parayla birer kürk almışlardı…
Öyle yapmışlardı ki Türkiye'ye geçtiklerinde o değerli kürkü satarak hayatta kalmalarına yetecek kadar bir varlığı ellerinde tutmuş olabilsinler…
Ve yani bu, Sofya’dan kaçan Türk kadınlarının yaptığı şey, 1940 Avrupa’sında Münih’ten kaçan Yahudilerin yaşadığından pek farklı bir şey değildi.
Ama bu gerçek hikâyenin ne filmleri yapıldı ne de romanları yazıldı.
Yazılan hatıralar, çekilen belgeseller de dünyanın ilgisini çekmeyecekti zaten; çünkü dünya, ‘çifte standartlar dünyasıydı’…
Hâlâ öyle değil mi?

Bu akıl almaz riya durumu, eğer trajedinin ‘kazananlar’ veya ‘olaydan etkilenmeyenler’ tarafındaysanız size dokunmaz.
Önemsemezsiniz, etkilenmezsiniz belki.
Halbuki trajedinin ‘mağdurlar’ yani kaybedenler, mesela ‘doğduğu topraklardan sürülenler, sevdikleri ve ailesi dahil sahip olduğu her şeyi yitirenler’ tarafındaysanız o zaman durum değişir!
★★
Neyse ki ‘empati’ diye bir şey var! Üçüncü ihtimal yani…
Olayın kaybedeni, mağduru olmasanız da kendinizi mağdurun yerine koyarak vicdanınızı çalıştırabilirsiniz. Irkı, dili, dini ne olursa olsun, karşınızdakinin duygularını hissedersiniz…
En azından bir kısmını…
★★
İşte o tek kare fotoğraf, bana romanları ya da filmleri dolduracak, keder ve kahır yüklü şiirlere akacak kadar çok şey hissettirdi. Hatta onlardan bile çok daha fazlasını, daha ağırını…
Durdum, düşündüm.
Sizinle de paylaşmak istedim.
Bu, Türklerin sadece kendilerine yakışan şeyler yaptığı anlamına gelmeyeceği gibi iyi şeylerin başka milletlerden insanlara yakışmadığı anlamına da gelmez elbette…
Bununla birlikte, ilk cümlemde dediğim gibi ‘iyi olan her şeyi Türklere yakıştırırım’.
Mesela en iyisinden giyim-kuşam, en gelişmiş otomobiller, yollar, havaalanları, hızlı trenler, devasa köprüler, iyi planlanmış kentler, en iyi hastaneler, muhteşem parklar, en görkemli tiyatro binaları, uygarlık açısından değer taşıyan buluşlar, keşifler…
Bize çok yakışır…
Normal koşullarda -hakikisinin- kullanımını hiç onaylamasam da ‘kürk’ de elbette bize, bizim kadınımıza en az bir Fransız’a yakıştığı kadar yakışır.
Ama hayatımda gördüğüm en dramatik fotoğraflardan birine bakınca anladım ki ‘lüksü ve zenginliği’ çağrıştıran kürkü, insanlar -tabii ki çoğunlukla kadınlar- şimdiye kadar sadece zengin oldukları için tercih etmemişler.
★★
Bahsettiğim fotoğraf, LIFE dergisinin foto muhabiri Jack Birns tarafından 1950 yılında Edirne tren garında çekilmiş.
Fotoğrafın beni çok etkileyen ayrıntısına ve yani fotoğraftaki kadınların hepsinin üzerinde kürk olmasının asıl nedenine gelince:
O yıllarda (1949-1950) Bulgaristan'dan Türkiye’ye göçe zorlanan Türklerin yanlarına ‘sadece giysilerini’ almalarına izin verilmişti. Valizler, çantalar, ziynet eşyaları gümrük kapısının Bulgar tarafında bırakılmak zorundaydı. Ömürlerinde hiçbir zaman kürk giyme şansı veya imkânı bulamayacak denli yoksul olan insanlar da ellerinde avuçlarında ne varsa satıp o parayla birer kürk almışlardı…
Öyle yapmışlardı ki Türkiye'ye geçtiklerinde o değerli kürkü satarak hayatta kalmalarına yetecek kadar bir varlığı ellerinde tutmuş olabilsinler…
Ve yani bu, Sofya’dan kaçan Türk kadınlarının yaptığı şey, 1940 Avrupa’sında Münih’ten kaçan Yahudilerin yaşadığından pek farklı bir şey değildi.
Ama bu gerçek hikâyenin ne filmleri yapıldı ne de romanları yazıldı.
Yazılan hatıralar, çekilen belgeseller de dünyanın ilgisini çekmeyecekti zaten; çünkü dünya, ‘çifte standartlar dünyasıydı’…
Hâlâ öyle değil mi?

Bu akıl almaz riya durumu, eğer trajedinin ‘kazananlar’ veya ‘olaydan etkilenmeyenler’ tarafındaysanız size dokunmaz.
Önemsemezsiniz, etkilenmezsiniz belki.
Halbuki trajedinin ‘mağdurlar’ yani kaybedenler, mesela ‘doğduğu topraklardan sürülenler, sevdikleri ve ailesi dahil sahip olduğu her şeyi yitirenler’ tarafındaysanız o zaman durum değişir!
★★
Neyse ki ‘empati’ diye bir şey var! Üçüncü ihtimal yani…
Olayın kaybedeni, mağduru olmasanız da kendinizi mağdurun yerine koyarak vicdanınızı çalıştırabilirsiniz. Irkı, dili, dini ne olursa olsun, karşınızdakinin duygularını hissedersiniz…
En azından bir kısmını…
★★
İşte o tek kare fotoğraf, bana romanları ya da filmleri dolduracak, keder ve kahır yüklü şiirlere akacak kadar çok şey hissettirdi. Hatta onlardan bile çok daha fazlasını, daha ağırını…
Durdum, düşündüm.
Sizinle de paylaşmak istedim.