
O gün bilmem hangi ay, hangi hafta, hangi gün, hangi saatti ama eşimin okuluna uğramış ve onun çıkmasını bekliyordum. Törenleri vardı ve belli ki törenleri de uzayacaktı. Törene mi katılayım yoksa dışarıda mı zaman geçireyim diye bir hayli düşündüm. Uzun zamandır Yoncalık Mahallesi ve çevresini gezmediğimi hatırladım ve okul bahçesinden usulca dışarıya çıktım. Tören bitince de eşime beni aramasını söyledim. Necip Fazıl İmam Hatip Ortaokulundan yürüyerek Yoncalık Mahallesinin etrafında gezinmeye karar verdim. En son 2002’de tüm Erzurum’u dolaşmış ve notlar almıştı. Bu benim içinde bir fırsattı. Okuldan bahçesinden dışarıya 1 km ya yürüdüm ya da yürümedim onun farkındaydım. Köşe de iki katlı bir evin penceresinin yanı başında duran mantolu bir kadın dikkatimi çekmişti. O gizemli hayatların ve içinde farklı dünyaların olduğunu düşündüğüm iki katlı evin bulunduğu yere biraz daha yaklaştım. Mantolu kadın pencereden biriyle konuşuyordu. Merakım iyice artmıştı. Bende onların o konuşmasına gayri ihtiyari katılmak istedim. Ne mantolu kadını ne de pencerenin ötesindeki gizemli sesi tanımıyordum. Orada farklı bir şeyler vardı, onu biliyor ve hissediyordum. Mantolu kadının yanına yaklaştım. Kendimi tanıttım. Ben kendimi tanıtırken pencerenin öte tarafında 70 yaşını geçtiği belli olan bir ninemin sesiyle irkildim. Koca apartmanda tek odalı, soba borularının yer aldığı, köşede bir kanepe, kanepenin üstünde ne zamanda beri yıkandığı belli olmayan örtüleri, sağda solda, sobanın üstünde veya yanı başında tencere, tava, kaşık ve çatalların yer aldığı o karanlık mekândan bana seslenmişti. O kadar işten ve samimiydi ki onu anlatmaya ne sözüm kâfi gelir ne de kudretim. Ninem nasılsın diye sordum. Allah’ıma şükürler olsun iyiyim evladım diyerek karşılık verdi Ninem. Canım sağ, karnım az veya çok tok, sobam yanıyor ama ah bu yalnızlık olmasaydı! dedi ve bir süre sustu. Belli ki bir şeylerin derin özlemini yaşıyordu. Kalbi hüzünlüydü ama diliyle onu dillendirmek istemiyordu. O ne teslimiyettir ninem! Sen kalabalıkların olduğu bir dünyada yapayalnızsın, ama haline şikâyet etmek yerine şükürlesin. Penceresine biraz daha yaklaştım. Devletinin kendisine el attığını, birçok ihtiyacını giderdiği söyledi. Yaşının ilerlediğini bu yüzden çok fazla dışarıya çıkamadığını, yardımların bizzat kendisine devlet eliyle ulaştırıldığını, devletten başka bu dünyadan kimsesinin olmadığını ağlamalı bir dille anlattı, anlattı, anlatı durdu.
Adını bilmediğim, nine olarak tanımladığım, o güzel insanın yazılmamış bir hikâyesi olduğu belliydi. Hikâyesini sorup da onu kırmak, kabuk bağlamış yarasını kanatmak istemiyordum. Ninem birine kızacak gibi oluyor, ahının birine zarar vermesini ise istemiyordu. Tane tane konuşuyor, kelimelerini özenle seçiyordu. Belli ki güngörmüş, nice sevinçler yaşamış, acılarla pişmişti. Hiç birini şimdi ne hatırlamak istiyor ne de hafızası bunu hatırlamasına uzun süreli izin veriyordu. Mantolu kadın ve beni hiç ama hiç göndermek istemiyordu. Yeni yeni konular açıyor sohbetin uzamasını sağlıyordu. Açıkçası bende oradan, sırlarıyla beraber tek odasına kendini hapsetmiş ninemden ayrılmak istemiyordum. Ninem o kadar masum, o kadar netti ki, onu ancak gören anlayabilirdi. O haliyle bile bize, camın kenarında duranlara bir şey ikram etmek istiyordu. Yandığını zannettiği sobasında kim bilir ne zaman demlediğini unuttuğu çaydan, camın kenarında unuttuğunu, bir an hatırladığı bardaklarla bizi ağırlamaya çalışıyordu. Sağ ol ninem biz o işi yaptık diyerek vazgeçirmeye çalışsam ne onun gönlü ne de benim gönlüm hoşnut olacaktı. Doldur içelim demeye kalmadan, çay ve bardakları unutmuştu koca çınar. Başka bir konu açarak bizle konuşmaya tekrar geri dönmüştü. Hey gidi ihtiyarlık hey! Hani derler ya, çarşıya çıkardım satmaya da alan olmadı da denilen ihtiyarlık! İşte tüm ihtişamıyla karşımdaydı. Satan var mıydı ki alan da olsun?
Ninemin adı neydi? Nereliydi? Kimi kimsesi yok muydu? Neden buradaydı? Niye tek başınaydı? Devletin elinin uzandığı ninem neden huzurevinde değil de buradaydı? Kendimi istemişti yoksa birilerimi onu buraya koymuştu? Mahalleli onun bu durumundan haberdar mıydı? Tüm bu soruları kafamda, zihnim allak bullak olmuştu. Mantolu kadında kimdi?
Yarın tüm bu sorulara cevap bulmak ümidiyle. İyi okumalar dilerim.
Adını bilmediğim, nine olarak tanımladığım, o güzel insanın yazılmamış bir hikâyesi olduğu belliydi. Hikâyesini sorup da onu kırmak, kabuk bağlamış yarasını kanatmak istemiyordum. Ninem birine kızacak gibi oluyor, ahının birine zarar vermesini ise istemiyordu. Tane tane konuşuyor, kelimelerini özenle seçiyordu. Belli ki güngörmüş, nice sevinçler yaşamış, acılarla pişmişti. Hiç birini şimdi ne hatırlamak istiyor ne de hafızası bunu hatırlamasına uzun süreli izin veriyordu. Mantolu kadın ve beni hiç ama hiç göndermek istemiyordu. Yeni yeni konular açıyor sohbetin uzamasını sağlıyordu. Açıkçası bende oradan, sırlarıyla beraber tek odasına kendini hapsetmiş ninemden ayrılmak istemiyordum. Ninem o kadar masum, o kadar netti ki, onu ancak gören anlayabilirdi. O haliyle bile bize, camın kenarında duranlara bir şey ikram etmek istiyordu. Yandığını zannettiği sobasında kim bilir ne zaman demlediğini unuttuğu çaydan, camın kenarında unuttuğunu, bir an hatırladığı bardaklarla bizi ağırlamaya çalışıyordu. Sağ ol ninem biz o işi yaptık diyerek vazgeçirmeye çalışsam ne onun gönlü ne de benim gönlüm hoşnut olacaktı. Doldur içelim demeye kalmadan, çay ve bardakları unutmuştu koca çınar. Başka bir konu açarak bizle konuşmaya tekrar geri dönmüştü. Hey gidi ihtiyarlık hey! Hani derler ya, çarşıya çıkardım satmaya da alan olmadı da denilen ihtiyarlık! İşte tüm ihtişamıyla karşımdaydı. Satan var mıydı ki alan da olsun?
Ninemin adı neydi? Nereliydi? Kimi kimsesi yok muydu? Neden buradaydı? Niye tek başınaydı? Devletin elinin uzandığı ninem neden huzurevinde değil de buradaydı? Kendimi istemişti yoksa birilerimi onu buraya koymuştu? Mahalleli onun bu durumundan haberdar mıydı? Tüm bu soruları kafamda, zihnim allak bullak olmuştu. Mantolu kadında kimdi?
Yarın tüm bu sorulara cevap bulmak ümidiyle. İyi okumalar dilerim.